Ali Ulvi Kurucu
Örnek şahsiyetler serimize devam ederken bu yazımızda ömrü boyunca İslamiyet için çalışan, yanlış Batılılaşmanın genç nesillere verdiği ve vermeye devam ettiği zararlarla mücadele etmekten asla geri durmayan; tarihini unutarak, İslamiyet’ten uzaklaşıp, değerlerine yabancılaşan milletin acısını her daim yüreğinde hisseden bir şahsiyet olan Ali Ulvi Kurucu’yu konu alacağız. Doğup büyüdüğü dönem itibariyle cumhuriyetin ilk yıllarına yakinen tanıklık eden Ali Ulvi Kurucu hayatındaki zorluklara rağmen iyi bir eğitim alarak kendini geliştirmiş, geçmiş ile bugünün mukayesesini her açıdan yapabilen oldukça değerli bir kişidir. Gelin örnek hayatını beraber inceleyelim.
Köklü Bir Ağacın Altında
İlim ve edebiyat dünyamızın önemli şahsiyetlerinden Ali Ulvi Kurucu, Konya’nın yetiştirdiği önemli âlimlerden olan Hacı Veyis Efendi’nin torunu, Hacı Veyiszâde İbrahim Efendi’nin oğlu olarak 1922 yılında Konya’da dünyaya gelmiştir. Babaannesinin isteği üzerine “Ali” ismi verilmiş olup ilerleyen yıllarda çok beğendiği “Ulvi” ismini de isminin yanına kendisi eklemiş, yazmış olduğu şiirlerinde mahlas olarak da bu ismi kullanmıştır. Öz annesi olan Sare Hanım, Ali Ulvi Kurucu henüz bir buçuk yaşındayken vefat etmiş, bunun üzerine babası, Ali Ulvi Kurucu’nun “ikinci annem” dediği teyzesi Aliye Hanım ile evlenmiştir. Teyzesi onu kendi evladı gibi büyütmüş ve bu sayede Ali Ulvi Kurucu anne hasreti çekmemiştir.
Ali Ulvi Bey’in Hatıralar’ında çocukluk yıllarıyla alakalı vermiş olduğu bilgilerden ailesi ve çevresiyle birlikte her açıdan çok bereketli bir çocukluk dönemi geçirdiğini görmekteyiz. Özellikle ilk muallimi olan babasının, Konya’nın önemli âlimlerinden olan dedesinin, Konya’da İslami uyanışın öncü ve manevi mimarlarından olan amcası Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu’nun dizinin dibinde yetişen Ali Ulvi’nin hayatındaki bu isimler, paha biçilemez bir kıymet ve öneme sahiptir hiç şüphesiz. Öyle ki evlerini bir akademiye benzeten Ali Ulvi Kurucu:
Dedem ağacın kökü, amcam ailemizin temeli, babam o ağacın dalları idiler. Bizler bu ağacın altında, gölgesinde yetiştik.
diyerek aile ortamının önem ve kıymetini özetlemektedir.
Sinesinde Kur’an Olmayan Bir İnsan Kabirde Gibi Karanlıktadır.
Böyle bir ailede büyüyen Ali Ulvi Bey, okul çağına gelene kadar ilk hocası olan babasının muallimliğinde Kur’an ve ilim tahsiline başlamıştır. Altı yaşına gelince babası tarafından dedesinin yanına Konya’ya gönderilen Ali Ulvi ilköğrenimine de Konya’da başlamıştır ancak okul hayatı çok kısa sürmüştür. Nitekim dedesi Hacı Veyis Efendi bir gün okulun önünden geçerken bahçede kızlı erkekli öğrencilerle öğretmenlerin voleybol oynadığını görmüş ve bu durum onu hayli üzmüştür. Torunu Ali Ulvi’den de ders programında Kur’an dersinin olmadığını, yalnızca dört ve beşinci sınıfta olduğunu öğrenince ağlayarak eşine şunları söylemiştir:
Bu şekilde düşünen dedesi, oğluna mektup yazıp durumu izah etmiş, Ali Ulvi’yi okuldan almasını istemiştir.
On İki Yaşında Bir Demir Hafız
Konya’dan ayrılarak babasının imamlık yaptığı köye dönen Ali Ulvi, dedesinin duasının bir tecellisi olarak erken yaşlarda hafızlığa başlar. Hafızlık eğitimini sekiz yaşında tamamlayan Ali Ulvi Kurucu, on bir yaşında babasının desteğiyle hafızlığını sağlamlaştırmış bu sayede yanılmadan okuyanlardan, yani demir hafızlardan olmuştur. Ancak tarihler 1930’u gösterirken Kur’an öğretenlere baskı ve zulümlerin artması sebebiyle Kurucu ailesi ikamet ettikleri Göçü Köyü’nden ayrılarak Konya’ya yerleşmeye mecbur kalırlar.
Hem değil midir ki her şerde de bir hayır vardır: Nitekim Konya’ya yerleşmelerinin Ali Ulvi Bey’in hayatında çok önemli etkileri olmuştur. Özellikle dedesi Hacı Veyis Efendi’nin rahle-i tedrisinden istifadesi ve Konya’nın mühim âlimlerinin sohbetlerine iştirak etmesi, onun gelecek tahsil hayatının temellerini atmıştır. Bu dönemde babasından sarf ve nahiv eğitimi de alan Ali Ulvi Bey, hafız mektebine de devam etmiştir. Burada hafızlığını daha da ilerletmiş, artık yeni hafızların ezberlerini dinlemeye başlamıştır.
Konya’nın en önemli camisi olan Kapu Camii’nde baş hafız olarak mukabele okur hale gelerek, zekâ ve güzel ahlakıyla Konya ve çevre illerde kısa sürede öne çıkan, takdir edilen bir hafız olur. On iki yaşından itibaren başladığı hatimle teravih kıldırmaya Konya’dan ayrılacağı 1939 yılına kadar altı yıl boyunca devam eder.
Eğitimini yalnızca Kur’an hafızlığı ile sınırlı tutmayıp başta babası ve amcası olmak üzere bazı hocalardan Arapça ve akaid dersleri almıştır. Yarım bırakmak durumunda kaldığı ilkokul ve ortaokulu da dışarıdan tamamlamıştır. Gençlik yıllarında bir süre babasının arkadaşıyla birlikte açtığı bakkaliyede çalışan Ali Ulvi’nin bu durumu, dedesi Hacı Veyis Efendi’yi derinden yaralamıştır. Nitekim o, bütün kalbiyle torununun ilim tahsil etmesini ve büyük bir âlim olmasını istemektedir.
Onun bu tavrı oğlu İbrahim’i de harekete geçirmiş, oğlunun eğitimi için her türlü fedakârlığı göze almaya sevk etmiştir. Nitekim İbrahim Efendi her türlü fedakârlığı göze alabilecek bir yüreğe, ilim aşkına sahiptir. Öyle ki kendisini hicret fikrinden caydırmak isteyenlere çocuklarını hafız yaptığını ancak âlim yapamadığını, parası bitse dahi hacılara su taşıyıp sakalık yaparak çocuklarının eğitimine devam edeceğini söyleyip hicret konusundaki kararlığını göstermiştir.
Öz Yurda Garipsin, Öz Vatanında Parya!
Oldukça çalkantılı yıllara denk gelen çocukluk ve gençlik dönemi itibariyle Ali Ulvi Kurucu, cumhuriyet sonrasında yaşanan siyasi ve sosyal olayların izlerini taşıyan o günün Türkiye’sindeki inkılâplara, maneviyattaki çözülmelere, çeşitli mağduriyetlere şahit olmuş; siyasete hiçbir zaman müdahil olmamış olsa da siyasî olayların sonuçlarından bizzat etkilenmiştir. Öyle ki ezanın Türkçe okutulduğu, camilerin ahıra dönüştürüldüğü günlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin oluşturduğu baskıların dozu da artınca Kurucu ailesi Necip Fazıl’ın dediği gibi öz yurtlarında garip, öz vatanlarında parya durumuna düştüler. Takvimler 1939 senesini gösterirken istişareler neticesinde ailenin hicret kararı almasıyla meşakkatli bir yola girilir. On sekiz yaşındaki Ali Ulvi Kurucu’nun tahsil hayatının da dönüm noktası başlamıştır böylece.
Gayelerle Dolu Bir Ayrılık
Kurucu ailesi zorluklarla Mekke’ye göç etmiş, hac mevsiminin yaklaşmasından dolayı bir süre burada ikamet etmiş ve hac vazifesini yaptıktan sonra Medine’ye geçmeye karar vermişlerdir. Bu sırada daha önce Konya’dan Medine’ye hicret etmiş olan ve Ezher Üniversitesinde eğitim gören Mustafa Runyun, Mekke’ye gelerek İbrahim Efendi’yi bulmuş ve Ali Ulvi Bey’in kendisiyle Mısır’a gelmesi için onu ikna etmiştir. Mustafa Runyun’un da gayretleriyle Ali Ulvi Bey, hac mevsiminin ardından ailesini Medine’ye yolcu ettikten sonra, eğitimini tamamlamak maksadıyla Mısır’a doğru yola çıkmıştır. Aile Medine yoluna düşerken Mısır’a hareket eden oğul Ali Ulvi de peş peşe gelen bu ayrılık günlerini hatıratında “Bu, zor olmakla beraber gayelerle dolu bir ayrılıktı.” diyerek zikreder.
Vizeyi alır almaz Mustafa Runyun ile birlikte Kahire’ye doğru yola çıkan Ali Ulvi Bey’in böylelikle beş yıl sürecek Kahire hayatı da başlamıştır. Kahire’de Ezher Üniversitesine kaydolup burada Türk öğrencilerin kaldığı Revakü’l Etrak’te Mustafa Runyun, Ali Yakup Cenkçiler, İsmail Ezherli gibi dinî ilimler sahasında isim yapacak bir arkadaş grubu arasında yer aldı. Ezherdeki eğitimi süresince, Kahire’de ikamet etmekte olan eski şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile Mehmed İhsan Efendi ve Zâhid Kevserî gibi tanınmış kişilerin yakın çevresinde bulunarak onlardan ders aldı, sohbetlerinden yararlandı.
İlerleyen zamanlarda Yozgatlı İhsan Efendi’nin tavsiyesi doğrultusunda arkadaşı Ali Yakup Cenkçiler’le birlikte Ezherin “Kısmü’l-âm” bölümüne kaydoldu ve burada çok başarılı bir öğrencilik dönemi geçirdi. Ancak altı yılın sonunda, 1945 yılında, “yüksek diploma” sınavına hazırlandığı günlerde Medine’de yaşayan babasının vefat haberini aldı. Bunun üzerine gurbet elde kimsesiz kalan ailesinin geçimiyle ilgilenmek maksadıyla lisans diploması ile yetinerek Medine’ye dönmek zorunda kaldı.
İkinci Akif
Konya’da yaşadığı yıllarda dinî ilimler dışında başka sahalara vakit ayıramayan Ali Ulvi Kurucu, Kahire’de geçirdiği tahsil hayatında edebiyatla, bilhassa da şiirle ilgilenmiştir. Merhum istiklâl şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u çok seven ve Safahat’taki bütün şiirlerini ezbere bilen Kurucu, yazmış olduğu şiirlerde Mehmet Akif’in tarzını ve üslubunu benimsemiştir. Bu tercihi ve daha çok Mehmet Akif tarzını sürdüren dinî ve millî muhtevalı manzumeler kaleme almasıyla adeta Akif’in yarım kalan cümlelerini tamamlayan kişi olmuştur. Bu sebepten ötürü geniş okuyucu kitlesinin ilgisini kazanmış böylece şiirlerindeki güzellikten dolayı “Âkif-i Sâni” yani “İkinci Akif” unvanını almıştır. İslami ve milli değerlere bağlı bir gençliğin yetişmesi idealini aile mirası olarak devam ettirmiş; şiiri yanında sohbetleri ve gazetelerde yazdığı yazılarını da böyle bir gaye için vasıta yapmıştır.
Medine Yılları
Babasının vefatı sebebiyle eğitimini yarım bırakarak Medine’ye dönen Ali Ulvi, 1947 yılında Konyalı yakın komşuları Hacı İbrahim Sandıkçı Efendi’nin kızı Fatma Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden Sare, İbrahim ve Mustafa isimlerinde üç evladı dünyaya gelmiştir.
Göç ettiği Medine’de önce küçük çaplı bir ticaretle uğraşan Ali Ulvi Bey, 1953’ten 1955 yılına kadar Medine-i Münevvere Maarif Müdürlüğünde memur olarak görev yapmıştır. Bu tarihten sonra bir yıl kadar ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, yazı ve siyer derslerini okutmuştur. 1956 yılında Medine-i Münevvere Evkaf İdaresinin İnşaat ve Sicillât Dairesi müdürlüğü görevini yürütmüştür.
Arabistan’da petrolün hayatın içine dâhil olmasından sonra artan ekonomik gelişmeler 1980 yılında kendini iyiden iyiye hissettirince, ilim ve edebiyattan uzaklaştığını düşünen Ali Ulvi Bey, maaşı daha az olmasına rağmen, Harem-i Şerif’in bitişiğindeki Mahmudiye Kütüphanesinin müdürlüğüne talip olmuş, 1985 senesine kadar burada çalışmıştır. 1985 yılında bu görevlerinden emekli olan Kurucu, vefatına kadar hayatının büyük çoğunluğunu Medine’de geçirmiş, değerli şahsiyetlerle bir arada bulunup feyzalmış feyiz aktarmıştır.
Efendimize Komşu Olmak
1985 senesinde emekli olmasının ardından ilim ve edebiyat sahasında çalışmalarına devam eden Ali Ulvi Kurucu, 1994 yılında felç geçirmiştir. İleri yaşına rağmen Allah’tan ümidini hiç kesmeyip inancını “Çürümüş kemiklere can veren Allah, Ali Ulvi’ye şifa verecek inşallah” diyerek göstermiştir. Beş aylık bir tedavinin ardından durumunda önemli ölçüde düzelmeler olmuştur ancak bu rahatsızlığını takip eden dönemde ağır bir safra kesesi ameliyatı geçirmek durumunda kalmıştır.
Her ne kadar iki önemli rahatsızlığı atlatmış olsa da yaşının da etkisiyle sağlık problemleri devam etmiştir. Son demlerinde rahatsızlıkları artmış ve 2 Şubat 2002 tarihinin sabahında seksen yaşında vefat etmiştir. Vefatından sonraki gün Medine’deki Cennetü’l-Baki Mezarlığı’na defnedildi ve sevdasıyla yanıp tutuştuğu Peygamberimizin komşusu oldu.
Ömrü boyunca hep onu aradı; onu duydu, onu duyurdu. Onun yolundan gidip ona yürüdü. Sözlerimize son verirken Ali Ulvi Kurucu’nun son günlerinde kızı Sare Hanım’a bulunduğu tavsiyeyi de paylaşmadan geçmeyelim istedik:
dediği gibi bir ömür sürerek bu diyardan göç eyleyen Ali Ulvi Kurucu hazretlerinin hayatından çıkarılacak o kadar çok örneklikler var ki, hakkıyla örnek alabilmemizi, onun yolunda gidebilmemizi Rabb’imiz nasip etsin. Nitekim gözler hep onu ve onun gibi şahsiyetleri arıyor…
Kaynaklar:
- SERT, Fatih, Ali Ulvî Kurucu, Hayatı, Eserleri ve Şiirlerinde Dinî Muhteva, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Zülfikar Güngör, Ankara Üniversitesi 2016
- GÖK, N. (2012). ALİ ULVİ KURUCU (1922-2002) HAYATI VE MÜCADELESİ/Ali ULVİ KURUCU (1922-2002) LIFE AND STRUGGLE. ALİ ULVİ KURUCU 10.YIL ANMA PANELİ.
Kendisi için kendini arayan bir gıda mühendisi. Henüz bulabilmiş değil ancak bir müddet bulunduğu bu dünyadan güzel bir hikayeyle ayrılmak istiyor.