Bi' Âlim Hikâyesi

Güneş Kuyudan Doğar, İmam Serahsi

“Sen ilme küllünü vermezsen ilim sana cüz’ünü vermez.” sözünü, “Zahmetsiz rahmet olmaz.” atasözüyle harman edip kendi yaşamında olunur kılan bir âlimdir İmam Serahsi (d.1009- v.1090). İmamların güneşi anlamına gelen Şemsüleimme lakabının hakkını veren bu isim, Karahanlılar döneminin önde gelen Hanefi fıkıh imamlarından biridir. Bizlere keskin bir iradenin, tükenmeyen bir azmin nasıl olacağını öğreten bu âlim, ilmin kapısını çalmayı arzulayan herkese bu konuda ihtiyaç duyulan teşviki, yaşanmış hayat hikâyesiyle vermektedir.

İmam Serahsi dönemin hükümdarının haksız vergilerine karşı durduğu, halkı da bu konuda uyardığı gerekçesiyle kuyu hapsine mahkûm edilmiş; burada kaldığı yıllar boyunca kitapları ve ders notları olmadan fıkıh alanında otuz ciltlik el-Mebsût adlı eserin büyük bir bölümünü yazdırmıştır. Cuma namazı bahsinde talebelerinin esere düştüğü notlardan birinde şöyle bir bilgi geçmektedir: “Bize bunları yazdıran insan ne Cuma’ya ne de cemaate gidemeyen bir insandır.”

İnsan çeşitli şeyler için yaşar, motivasyon için birçok farklı kaynaktan beslenir; kaynağınız dışarıdan geliyorsa onu kaybettiğinizde motivasyonunuzu da kaybedersiniz. Fakat kaynağınız kalbinizse onu kaybetmemek için dört duvar arasına bile sabredersiniz. Bahanesiz bir hedefin güneş açan yolcusu olan İmam Serahsi’nin bu kıymetli hikâyesini siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz.

Not: Bu yazı İmam Serahsi’nin kitaplarda belirtilen yaşamından esinlenilerek kurgulanmıştır. İleri ve daha objektif okumalar yapmak isteyenler için yararlanılan kaynaklar hikâye sonundaki kaynakçada belirtilmiştir.

Güneş Kuyudan Doğar

Gunes Kuyudan Dogar

Muhammed es-Serahsi, devletin hatalarına sessiz kalmadığı için kuyu hapsine mahkûm edileli bir yıl olmuştu. Kitaplarından mahrum olarak sürgün edildiği bu karanlık hücreye, dört yüz elli yıllık ilmi birikimi getirdiğini kimse bilmiyordu.

İlk zamanlar onun için her şey çok zordu. Duvara yaslanıp ailesinden, kitaplarından ve ilminden mahrum oluşunu düşünüp kederlenmiş lâkin sonra anlamıştı: “Uzak olduğum sadece ailemdir, kitaplarımdır.  İlmimden ise asla uzak değilim; o, benim zihnimdedir, ruhumun ta derinlerindedir. Ben nereye gidersem o da oraya gelir.” Ve dediği gibi olmuş, öğrendiği bütün ilmi meseleler, ailesinden bile daha iyi tanıdığı tüm âlimler onunla birlikte bu kuyuya hapsedilmişti.  

Hapsedildiği kuyu daracık, nemli ve olabildiğince kasvetliydi. Tavanından akan damlalar, duvarları boydan boya dolaşmış ve nihayetinde gelip demir parmaklıkları paslandırmıştı. Hareket imkânının bir hayli kısıtlı olduğu bu kuyuda elini uzatsa bedeninin başka bir uzvuna çarpıyordu ama o bundan şikâyet etmiyor, hatta şükrediyordu: “İyi ki kitaplarımı, notlarımı yanıma almama izin vermemişler. Yoksa hepimiz buraya nasıl sığardık?” Sonra bacaklarını karnına doğru çekiyor ve bu sefer: “Elhamdülillah.” diyor. “Elhamdülillah, imamlarım, hocalarım zihnimde, ilmin her noktası kalbimde. Böylece onlarla konuşabiliyorum; ya burada olmasalardı, kuyunun dibinde geçirdiğim bunca zaman ilmimin hâli nice olurdu?”  

İmam Serahsi bu kez gözlerini kırpıştırıyor, kafasını kaldırarak yukarıda duran küçük penceresine bakıyor ve “Hamdolsun.” diyor. “Hamdolsun Rabbim’e! Bana verdiği idrak, hafıza ve akıl olmasaydı bunca yıllık ilmi birikim, ilmini aldığım tüm imamlar yanımda olabilir miydi?”

O sırada ta ötelerden derin derin gelen ezan sesi ilişti kulaklarına, vakit sabah olsa gerekti. Bunu duyunca zihnindeki Ebu Hanife konuştu: “Sabah ezanını vaktinden evvel okumak caiz değildir, şayet okunursa vakit girdikten sonra ezanın iadesi gerekir.” Hanefi mezhebinin baş imamı Ebu Hanife’nin bu fıkhi görüşüne, ikinci imam Ebu Yusuf karşılık verdi hemen: “Hayır. Bu caizdir ve iadesi de gerekmez.”

İmam Serahsi hapsedildiği ilk günlerden itibaren mezhep imamlarıyla sürekli istişare hâlindeydi. Kafasındaki binlerce fetvayı, meseleyi tekrar edip duruyordu. Çoğu kez öyle oluyordu ki sanki kendisinden seneler önce vefat eden bu âlimlerle karşılıklı oturuyor gibiydi.  Evet, Allah bu kuyunun dibinde zihnindeki ilimle, âlimlerle beraber olmasına izin vermişti lâkin o bir hocaydı ve düşünmesi gereken başkaları da vardı. Kendisi kuyu diplerinde, karanlıklarda ilmini koruyabiliyordu lâkin kimin için koruyordu? Talebelerine aktaramadıktan sonra bunca ilimden kazancı neydi?

“Ah, talebelerim! Ah!”  Onlar olmadan ilmin, kitapların, fetvaların bir anlamı var mıydı ki? Talebeleri ilme sarılmazsa, gelecekteki müstakbel âlimlerin hâli nice olurdu? Talebeler ilme uzak kalırsa, şu kör kuyudan hemen çıksa ne, çıkmasa ne? Talebesiz ilim, karanlık kuyudaki âlime benzerdi.  

Kafasındaki düşüncelerle olduğu yere mıhlanmış olan İmam Serahsi, sabah namazı için hazırlanmaya çalışırken demir parmaklıklara birkaç defa vuruldu. Zindancı elindeki bir tabak yemekle yere çömelmişti: “Selamünaleyküm Ya Serahsi! Hayırlı sabahlar. Bugün nasılsınız?” Serahsi ondan yana çevirdi başını: “Aleykümselam ve rahmetullah! Elhamdülillah. Hepimiz iyiyiz.” Zindancı gülümseyerek “Bugün kuyuda kaç kişisiniz?” diye sorunca Serahsi, onun ne demek istediğini anlamıştı; adam, zihninde oldukları hâlde ona arkadaşlık eden imamlarını kastetmişti. Zindancının bu lâtifesini bozmayarak karşılık verdi: “Üç kişiyiz. Ben, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim.”  

Adam elindeki tabağı demir parmaklıkların altındaki bölmeden uzatarak: “Size mesut olacağınız bir havadisim var.” İmam Serahsi, zindancının dediklerini iyice duyabilmek için ona yaklaştı: “Mesut eden Allah’tır. Ne imiş o havadis?”

“Sultanımız, talebelerinizin nihayetsiz ısrarlarına dayanamadı. Onlara ders vermeye devam edebileceğinize hükmetti.”  İmamın karanlıkta kalan yüzü aydınlandı birden. Ne diyordu bu adam? Talebeleriyle mi buluşuyordu yani? Fakat zindancı yüzünü biraz ekşiterek ekledi: “Yalnız hemen söyleyeyim, buradan çıkmayacaksınız. Onlar sizin yanınıza gelecek. Sanırım yukarıdaki pencereden görüşeceksiniz.” Evet, Serahsi hürriyetine kavuşmuyordu lâkin talebeleri ilimle buluşuyordu. Bunda kederlenecek ne vardı? Bu lütfun şükrü gerekti, nasıl eda edecekti ki şükrünü? Kaç defa secdelere varsaydı yeterdi?

Yanlışa etmedi sükût, girdi mahpusa. 
Genişledi birden kuyu, doğdu güneş yanında. 
Selefleri, imamları vücut buldu canında.
İlmin emanetçileri mevcut oldu camında.

İmam Serahsi ertesi birkaç gün boyunca bekledi talebelerini. Zindancı her geldiğinde ona soruyordu son gelişmeleri. Ders notlarının ve kitaplarının verilmeyeceğini duyduğunda içi yandı bir an fakat onlara kavuşamadığından değil. Sadece bu şekilde, notları olmadan hatasız anlatabileceğinden endişe ediyordu. O kadar mesele, bir o kadar çözümler, ihtilaflar, sorular, cevaplar…  “Allah’ım! Karanlığımı aydınlat, kapalı kapıları aç ve daraltımı genişlet.”

İmam Serahsi duasında mevcut durumunun düzeltilmesinden bahsetmiyordu. Kuyunun karanlığı, darlığı değildi onun derdi; idrakinin, hafızasının darlığından, niyetinin karanlığından korkuyordu. “Allah’ım! Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da imamlarımı bana manevi yardımcılar eyle. İdrakimi bereketlendir. Meseleleri üstünkörü değil, teferruatıyla bildir.”

Yaklaşık bir hafta sonra beklediği gün geldi, yukarıdaki pencereden onlarca talebesinin sesini işitti. Onları görmüyordu lâkin biliyordu işte oradaydılar. İlme susuz, ne kadar içse de kanmayacağını bilen diri dimağlar, ağızından çıkacak tek bir harfin kaydını tutmaya hazırlanıyordu.

Kısa bir süre hasret giderildikten sonra süresi kısıtlı, mekânı sınırlı dersler başladı. Kuyudaki âlim, yukarıdan aşağı süzülen ışık huzmeleri arasında talebelerinin okuduğu notları duyabiliyordu fakat onun yanında bunları şerh edecek ne bir kitap, ne bir kâğıt vardı. Kaç gün, kaç hafta, kaç yıl burada, karanlıktan aydınlığa yazdıracaktı, onu da bilmiyordu. İmam sadece bu nimeti elinden geldiğince değerlendirmeye çalışıyordu.

Emanetçiler geldi, kalktı ilmin üzerinden sükût. 
Olmadı ilme bu kuyu taştan bir tabut.
Hıfzında İslâm, kalbinde iman ile oldu imam, mesut.
Doğdu bin yıllık güneş olan Mebsût.

gun dogumu

İmam Serahsi yaklaşık on beş yıl sonra çıkabildi kuyudan. On beş yıl boyunca her gün buluştu talebeleriyle; çıktığında ise on beş yılının birikimini gördü talebelerinin elinde. Bir Mebsût olmuştu ki bin mesut yıla eşdeğerde. O Mebsût, kuyuda doğup aydınlatmış Semerkant’ı, Şam’ı… O Mebsût ki mualliminin vefatıyla ölmemiş; her yeni doğan âlimi diriltmiş, pişirmiş, yaşatmış ilmin ihtişamını.  

Şükretti İmam Serahsi, şayet ilmen hazır olmadan girseydi kuyuya, ne yazdırabilirdi ki aşağıdan yukarıya? Her şeyin vaktini beklediği bu dünyada, o da hazır olduğunda çekilmişti kuyuya.

Bir âlim girmiş kuyuya, olmuş içeride bin âlim. 
Bin yıl sonra buluşsa bin âlim, yazamaz bir misalin.
Toplansa sığmaz Asya’ya o ilmi külliyat.
Sığdı bir küçük kuyuya bir nefeste bin hakikat.

Dipnotlar

  1.  Ebu Hanife r.h. (v. 767): Hanefi mezhebinin kurucu imamı, fıkıh ilminin usulünü, kaidelerini derleyen büyük müçtehit âlim.
  2.  Ebu Yusuf r.h. (v.798): Ebu Hanife’nin en meşhur talebesi, Hanefi mezhebinin ikinci imamı.

Kaynaklar

  1. Serahsi. Mebsût. (terc. Prof. Dr. Mustafa Cevat Akşit) İstanbul: Gümüşev Yayıncılık, 2022.
  2. Serahsi. İslâm Devletler Hukuku- Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir. (terc. İbrahim Sarmış, M. Said Şimşek) Konya: Eğitaş Yayınları, 2001.  
  3. Yavuz, A. Fikri. İslâm İlmihali- İslâm Fıkhı ve Hukuku. İstanbul: Çile Yayınları, 2020.
  4. Zeydân, Prof. Dr. Abdülkerim. İslam Hukukuna Giriş. İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2017.
  5. Çiçekli, Kübra. İmam Serahsi ve el-Mebsût’ta Kur’an İlimlerinin İmkân ve Sınırları. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2020.
  6. TDV, İslam Ansiklopedisi. “Serahsî, Şemsüleimme”. Erişim 31 Ekim 2022.  https://islamansiklopedisi.org.tr/serahsi-semsuleimme
  7. TDV, İslam Ansiklopedisi. “el-Mebsût”. Erişim 27 Ekim 2022. https://islamansiklopedisi.org.tr/el-mebsut–serahsi 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu