Güvercin’in Kayıp Gerdanlığı
“Yazı; sonsuzluk ritmini veren ve görünenle görünmeyen kelimeler arasında zincir kuran bir eylemdir”
1994 yılında vizyona giren ve çöl üçlemesinin ikinci filmi olan Güvercin’in Kayıp Gerdanlığı; aşkı arayan genç bir hat öğrencisinin hikayesini anlatıyor. Film İbn-i Hazm’ın aşk ve aşıklar üzerine yazdığı Güvercin’in Kolyesi isimli kitabının özüyle ilişkilendirilerek çekilmiştir. Yazarın kitabı için böyle bir isim tercih etmesi aşıkların sevdaya mecburiyetini güvercinlerin boyunlarında bulunan halkalara benzetmesinden dolayıdır. Yönetmen bu isme kayıp kelimesini eklemeyi uygun görmüş. Bunun seb’ebini yazının ilerleyen kısmında izah edeceğiz. Necir Khemir sinemasında görmeye alışkın olduğumuz rüya, masal, aşk, tasavvuf gibi olgular bu filmin de temellerini oluşturmakta.
Hikaye Endülüs’ün ilmin ve sanatın merkezi olduğu bir dönemde geçiyor. Renkli cübbeler, takkeler, İslam mimarisini ziyadesiyle yansıtan yapılar ve ilim halkaları bulunduğumuz zamanın en büyük işaretleri. Görkemli İslam Medeniyeti’nin ortasında buluyoruz kendimizi. Baş karakterimiz Hasan’la Endülüs sokaklarında, çarşılarında, avlularında, mezarlarında aşkı ve benliğimizi bulmak ümidiyle dolaşıyoruz. Durmaksızın ilerliyoruz bu bilinmez yolda. Kimi zaman kaçamak bir bakışla şeyhin kızında görüyoruz aşkı, kimi zamansa iri gözlü Semerkant prensesinin avuçlarında.
Film bizi Hasan ve Zin’in mezarlıkta bulunduğu bir sahne ile karşılıyor. Hasan’ın tek dostu olan Zin; cin olduğuna inandığı babasının kendisini gelip almasını bekleyen, aşıkların mektuplarını sahiplerine ulaştıran, diğer insanların görmediği şeyleri gören farklı bir çocuk.
Çöl Üçlemesi’nin üç filminde de babasız bir çocukla tanışıyoruz. Zin de onlardan biri. Belki de yönetmen yıllarca ayrı kaldığı memleketi Tunus’a ancak babası vefat ettiğinde dönebildiğinden yüreğinde taşıdığı özlemi bu çocuklarla beyaz perdeye taşımıştır. İçinde bir yerlerde hala küçük bir çocuk babasını beklemekte ve düşlemektedir. Zin kimliğini babası üzerinden inşa edeceğine inandığından bir bekleyiş içinde, Hasan ise ‘Ben kimim?’ sorusunun cevabını aşkta aradığından mütemadiyen yol alıyor. Aşk bir rüyadır ve “Her rüya kendi yanıtını taşır.”. Bir rüyanın peşine düşmek ise oldukça tehlikelidir. Aşk bir delilik halidir ve ”Delilik kararlı bir savaştan sonra tüm kemiklerin kırılmasıdır.”
Hasan daha önce söylediğimiz üzere bir hat öğrencisi. Hat ise İslam estetiğinin derinliğini tamamen hissedebildiğimiz sanatların başında geliyor. Hasan’ın şeyhi eserlerinde güzelliği amaçlayan muhterem bir hat ustası. Güzelliğin onu Allah’a ulaştıracağına inanıyor. “Harf bizim ibadetimizdir Hasan.” Hasan ve şeyhinin ilişkisiyle aynı zamanda İslam ilim geleneğinde edebin değerine de şahit oluyoruz.
Hasan karşısına çıkan herkese aşkı soruyor. Kitapçıya, attara, Zin’e, muallime. Hepsinin cevabı ise farklı. Kitapçı aşktan kaçarken Zin kovalanması gerektiğini düşünüyor. Attar güzel kokuda kadının, kadında ise aşkın sırrının gizli olduğunu fısıldıyor. “Aşk kainatın en yüce ibadetidir.” Muallim ise kelimelerle tarif ediyor. Arapça’da aşkın manasını taşıyan altmış kelime olduğunu öğretiyor. Böylece Hasan o kıymetli sözcükleri biriktirerek yürüyor. Hepsini bulmayı arzuluyor. Muallim karakteriyle Arapça’nın ne denli zarif bir dil olduğunu da gözler önüne seriyor film. Daima hüzün veren, yüreği yakan, umutsuz, hastalıklı, vazgeçilmesi mümkün olmayan, yürek perdesini yırtan veya deliliğe götüren aşkların ve daha nice mertebelerin her biri için özel bir isim var. Arapça böylesine derin ve uçsuz bucaksız.
Film aşk ve benlik arayışının yanı sıra aynı zamanda kaybolmuş ve dağılmış Müslümanların bir Endülüs hasreti ile yandığına da işaret ediyor. Hepimiz bir zamanlar gökkubbemizi saran İslam ruhunu köşe bucak arıyoruz. Yitik aşkı ve kayıp Endülüs’ü.
Hasan’ın aşkı bulup bulamadığını filmin sonunda öğreniyoruz. Ancak asıl soru biz aradığımızı bulabilecek miyiz?