İmam Nevevi: Abid Gibi Alim
İmam Nevevi rahmetullahi aleyh (d. 1233 – v. 1277) İslam dünyasında Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok okunan, neredeyse her Müslüman’ın evinde bulunan, her mezhepten ve her yaştan insanın bir kez dahi olsa eline aldığı, içinden kendine bir şeyler bulduğu hadis eseri Riyazü’s-Salihin’in müellifidir. Aynı zamanda Erbain, et- Tıbyan ve insanların dilden dile “Evini sat, el-Ezkâr al” dediği el- Ezkâr isimli daha nice bereketli eseri de neşretmiştir.
Suriye’nin Neva köyünde doğan Nevevi ticaretle uğraşan babasının yanında çocuk yaşta ilme iştiyakıyla göze çarpmıştır. Akranları onunla oyun oynamak istediği halde bunu reddeden ve fırsat bulduğu her anda Kur’an okuyup zikirle meşgul olan bu âlim, ileride büyük medreselerde baş müderrislik görevine gelince dahi sadeliğinden, takvasından taviz vermemiştir. Sultan Baybars’ın halka yeni vergiler yüklemek için dönemin din adamlarından ve âlimlerinden fetva aldığı zamanda tek başına, yamalı cübbesiyle onun karşısına çıkmış ve halkın hakkını savunmuştur. Dımaşk’taki meyve arazilerinin çoğunun vakıf arazisi olması nedeniyle “İçinde halkın hakkı karışmış olabilir.” diye söyleyip helal olmadığı şüphesiyle yaşamı boyunca oradaki meyveleri yememiştir.
Bu yazımızda sizlere ileri derecede hakka ve hukuka riayet ederek yaşayan ve yüzyıllar sonra sahabe ve tabiin takvasına ulaşabilen bu mübarek âlimin hikâyesini sunuyoruz.
Hikaye Bölümü
Savaştan önce Suriye’nin Neva sokaklarından birinde iki adam yürüyordu; biri Suriye’nin yerlisiydi, diğeri ise yurtdışından gelmiş bir araştırmacıydı. Bir an sonra Suriyeli diğerine dönerek: “Sana daha önce sadece kırk beş yıl yaşadığı halde bin yıldır Müslümanların evlerinin, camilerinin, medreselerinin kütüphanelerinden konuşan o âbidin hikayesini anlatmış mıydım?”
Araştırmacı şaşarak: “Âbid mi dedin?”
“Evet, evet âbid! Hem de kırk beş yıla kaç ömürlük iş sığdırmış! Kaç adamlık övgüyü hem sevenlerinden hem de sevmeyenlerinden almış!”
“Anlatsana lütfen, kimdir o?”
“İmam Nevevi, Allah ona rahmet etsin!”
Araştırmacı biraz düşündükten sonra “Yahu bu Riyazü’s-Salihin’in yazarı değil mi?”
“Pek tabii o! Peygamber Efendimiz aleyhisselam’ın ahlakını anlatan hadisleri ihtiva eden o meşhur eserin ve daha nicesinin yazarı… Kendisi medresede hocalık da yapıyordu. İşte bak geldik…”
Adam durunca, araştırmacı da durdu ve birden irkildi: “Nasıl yani? Nereye geldik?”
“Medreseye!”
“Bahsettiğin medrese bu mu?” Hemen yanlarındaki medresenin açık olan penceresinden görünen bir hocayı göstererek: “İmam Nevevi bu mu?”
Suriyeli gülerek: “Yok! Keşke! Kendisi vefat edeli bin yıl olmuş! Ben o da böyle bir hocaydı demek istedim…” Arkası dönük olan hocaya bakarak: “Sen bu hocayı sanki İmam Nevevi gibi hayal et…”
Araştırmacı adam bu işten hoşlandı ve gözünü kapatarak sanki bir an bin iki yüzlü yılların Suriye’sine gitmiş, burası da o meşhur alimlerin medresesi gibiymiş… Birkaç dakika içinde okka ve divit seslerini bile duydu sanki…
“İşte o yürekli ve erdemli abid, böyle bir medresede yazmaktan, okumaktan ve okutmaktan gayrı bir iş yapmazken aynı zamanda halkın hakkını korumak için dönemin sultanının da karşısında durmuştu!”
Araştırmacı bunun üzerine gözlerini açtı, hayal dünyasından çıktı zira şaşmıştı. Muhatabına dönerek: “Bir dakika! Sen abid demiştin dimi? Ama ben sandım ki tekkede zikirde, duada, niyazda bir derviştir! Bu dediğin ise bildiğin medresede, ilimle, kalemle, kitapla hemhal olmuş bir alimdir!”
“Ya, elbette öyle! Bu yüzden sana anlatmak istiyorum ya! İlime o kadar bağlıymış ki; kendisini kitaplarından alıkoymasın, hacet gidermek için kalkıp durmasın diye salatalık bile yemezmiş! Uykusu geldiğinde de kitaplarına yaslanarak azıcık kestirir, yatak, döşek bilmezmiş…”
Beriki iyiden iyice şaşırmıştı, elini ağzına götürüp öylece kalakaldı: “Sultanın karşısında durdu dediğin adamın aynı adam olduğuna eminsin değil mi? Dünyadan el etek çekmiş biri nasıl olacak ki halkın hakkını koruyacak?”
Diğeri cevap vermeden İmam Nevevi olarak hayal ettikleri hoca pencere önündeki bu lakırdıları mırıltılar şeklinde işitti de başını doğrultarak o yana baktı. İki adam hemen toparlanıp rahatsız ettik düşüncesiyle oradan uzaklaştı.
Biraz sonra araştırmacı adam sorusunu yeniledi, aynı zamanda bir çeşmenin başına gelmişlerdi. Sularını içtiler, ellerini ve yüzlerini yıkadılar. Hemen yanındaki bankın üzerine oturdular derken Suriyeli adam cevaplamak için sözü aldı: “Biz hep zannederiz ki sultanların, halifelerin, kralların, başkanların huzurunda ancak onlar kadar heybetli, onlar kadar zengin ve ihtişamlı, onlar kadar güçlü, silahlı, askerli kimseler konuşabilir. Biz hep zannederiz ki hakkı savunmak için birçok dünyevi güce, mala, paraya ve imtiyaza gerek vardır. Lakin böyle değil efendim, böyle değil!”
“Hepten merakta bıraktın iyice beni! Anlat artık da hem beni kurtar, hem kendini! Nasıl oldu da durdu sultanın karşısında, zannettiklerimizden farklı biri? Ne dedi, ne yaptı da bu kadar önemli biri oldu bu İmam Nevevi?”
“Sultan Baybars’ın ihtişamlı günlerini okumuşsundur. Haçlı keferelerini topraklarımızdan temizlemişti lakin an sonra sultanın Suriye toprakları için farklı planları da vardı… Bu plan için de halktan yeni vergiler alınması gerekiyordu… Sultan Baybars halkın zor zamanlardan çıktığını, yeni vergileri verecek gücünün olmadığını biliyordu elbette. Bu yüzden tüm ulemayı, hocaları sarayına davet etti ve onlardan bu vergi için fetva çıkarmalarını istedi.” Araştırmacı araya girerek: “Ve diyeceksin ki hepsi de kabul etti…”
“Tabii ettiler, arada karşı çıkanlar olduysa da korkularından ve sultandan çekindiklerinden zoraki kabul etmişlerdir.”
“Ama bir kişi hariç…”
“Aynen öyle efendim! Bir kişi hariç… İmam Nevevi de çağırılan âlimler arasındaydı. Yamalı elbisesi, zayıf vücuduyla genç bir âlim olan Nevevi içeri girdi. Sultan ona hiç alaka göstermedi, belki yüzüne bile bakmadan, sen de şu fetvaya adını yaz da git dedi.”
Banktan kalkıp yürümeye devam ettiler. “Fakat ne oldu? Nevevi yazmayacağını söyledi!”
Araştırmacı bir heyecanla: “Hay maşallah!”
“Sultan şaştı bu çıkışa tabi! Ne diye yazmıyorsun, diye sordu. İmamın hiç tavizi yoktu, tavrı netti: Bu bir zulümdür. Halka vergi koymadan önce sen, sarayındaki hizmetçilerden kıs ki samimiyetini görelim! Sultan hiddetlenerek çevresindekilere döndü: Şunun maaşını kesin, işine de son verin, diye emretti. Lakin bilmediği bir şey vardı; Nevevi’nin resmi olarak bir görevi yoktu ve maaşsız yaşardı.”
Birkaç dakika sonra Suriyeli sustu ve durdu. Diğerinin ise gözleri dolmuştu, yıkık dökük, derme, çatma bir kabre bakıyorlardı şimdi.
“Niçin sustun? Anlatsana devamını…” Suriyeli kabre doğru dönerek: “Ne anlatayım ki, işte orada… Kendi mezarı her şeyi anlatıyor…”
Araştırmacı adam inanamadı. Bu muydu, o bin yıldır her Müslümanın okuduğu, ezberlediği, raflarında özenle sakladığı eserlerin müellifi? Bu muydu, o uyumayı, hacet gidermeyi bile ilmine engel görecek kadar azimli ama bir o kadar da mert, cesur konuşmaların sahibi? Sıcak gözyaşları yanaklarından aşağı süzülerek dudaklarını ıslattı: “Siz Müslümanlar ne kadar vefasızsınız! Bu adama neden ihtişamlı bir türbe yapmadınız? Neden onu ve hayatını herkese anlatmadınız?”
Suriyeli adam karşısındakine hak vermekle birlikte: “Hayatını anlatmama, onu ve daha nice örneğimizi tanıtmama konusunda haklısın ama ihtişamlı türbe konusunda sana katılamam… Zira onun altın varaklı kafeslere ihtiyacı yok, aslında isminin her dilde anılmasına da ihtiyacı yok… Alemlerin Rabbi onu, yüce kitabından sonra en çok okunan eserin kapağına nakşetmiş… Onu altın ciltli bir eserin müellifi eylemiş…”