İslam Şehirleri: İstanbul
Bu şehr-i Stanbul ki bî misl ü bahadır
Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır.
Nedim
İslam şehirleri serimizin bu yazısında şehirlerin incisi İstanbul’u ele alacağız. Şairlerin mısralarında, yazarların satırlarında, ressamların fırçalarında hayat bulan şehir… Tanrılar Tanrısı Zeus’un kızı Keroessa’nın oğlu Byzas’ın doğduğu efsanevi topraklar. Orta çağın en görkemli şehri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in müjdesi, Fatih’in rüyası. İki büyük imparatorluğun başkenti, şehirlerin Sultanı İstanbul… Göreni kendine aşık eden bu büyüleyici şehri keşfetmeye hazırsanız başlayabiliriz. Keyifli okumalar dileriz…
Dünyanın Göz Bebeği: İstanbul
Eğer dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu.
Napolyon Bonapart
İstanbul Türkiye’nin kuzeybatısında Marmara bölgesinde, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan kıtalararası bir şehir. Asya ile Avrupa’yı, Karadeniz ile Akdeniz’i, Balkanlarla Anadolu’yu aynı noktada düğümleyen muazzam bir konuma sahip. Bu nedenledir tarih boyunca hep ilgi odağı olması. Bu stratejik konum ona avantajlar sağladığı gibi dezavantajları da beraberinde getirmiştir. Tarih sahnesine çıktığından bu yana paylaşılamayan bir şehir olmuş İstanbul. Esasında İstanbul’un tarihi çok eskiye, milattan öncesine kadar dayanmaktadır.
Efsaneler ve mitolojilerle süslenmiş kuruluş hikayesine göre şehir, M.Ö. 668’de Megaralılar tarafından kurulmuş. Defalarca işgale uğrayan İstanbul, Traklar, Atinalar ve Spartalalılar arasında el değiştirmiş. Nihayetinde MS. 73 senesinde Doğu Roma hakimiyetini tanımak zorunda kalmış. Asırlarca Doğu Roma’ya başkentlik yapan İstanbul, Osmanlı’nın eline geçmesiyle bir Türk İslam şehri hüviyeti kazanmış. 1923 senesine kadar resmi olarak Osmanlı başkenti vasfına sahip olan İstanbul, Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle bu özelliğini kaybetti. Birinci Dünya Savaşından sonra 16 Mart 1920 tarihinde İhtilal Devletlerince işgale uğradı. Ancak istiklali canından çok seven aziz millet bu müşerref toprakları düşmana bırakmadı. 6 Ekim 1923 İstanbul’un kurtuluş günü oldu.
Byzantion’dan Konstantinopolis’e, Konstantinopolis’ten İslambol’a: Bir İstanbul Serüveni
Efsaneye göre Tanrılar Tanrısı Zeus’un kızı Keroessa ile deniz tanrısı Poseidon’un oğlu olan Byzas bu topraklarda dünyaya gelmişti. Doğduğu topraklarda bir şehir inşa etmeye karar vererek, İstanbul’un tarih sahnesine çıkışını sağlayan Byzas’a ithafen şehir Byzantion diye anılmaya başladı. Byzantion Persler’den, Traklar’a, Traklar’dan Makedonlar’a defalarca işgal edildi. Öncesinde Roma’ya bağlı özerk bir kent (civitas libera) olarak kabul edilirken, milattan sonra 73 yılında Roma İmparatorluğu’na katıldı. Byzas’ın şehri tarihindeki en büyük hatayı belki de imparator Septimus Severus ile Pescenius Niger arasındaki iktidar mücadelesinde Niger’i desteklemekle yaptı. Çünkü Niger ölüp, Byzantion Septimus’a kalınca, Septimus Byzantion’dan intikamını korkunç bir şekilde aldı. Septimus Severus tarafından tahrip edilen şehir oğlu Antoninus tarafından imar edilince Augusta Antonina olarak anılmaya başladı. Ancak bu kullanım uzun sürmedi. Antoninus’un ölümüyle birlikte unutuldu.
Milattan sonra 324 yılında Roma İmparatoru Constantinus’un Byzantion’un görkemini fark etmesiyle şehrin kaderi yeniden şekillendi. 324-330 yılları arasında Constantinus tarafından Orta Çağın en görkemli başkenti olarak inşa edilen şehir, Yeni Roma, Nova Roma, çiçek açmış ya da çiçek anlamında Anthusa ismini aldı. Constantinus’un ölümünden sonra Constantin’in şehri anlamında Konstantinopolis ismiyle meşhur oldu. Esasında bu basit bir isim değişikliği değildi. Şehrin kaderi değişmekteydi adeta. Artık politeist Byzantion’un yerini Hıristiyan Konstantinopolis almıştı. Asırlarca Hıristiyanlığın simgesi olacak olan Konstantinopolis… Ta ki 1453’e kadar…
Tarihler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde İstanbul’un kaderi bir kez daha değişiyordu. Fatih’in rüyası gerçek oluyor, Konstantiniyye yerini bir İslam şehrine bırakıyordu, İslambol’a… Konstantin’in şehrini bir İslam beldesi olarak görmeyi düşleyen Fatih, mübarek ordusuyla şehri fethedince ona İslam’ın bol olduğu yer manasına gelen İslambol ismini verdi. Ancak İslambol resmi bir kullanım olmaktan çok ulema arasında yaygın oldu. Yok etmeye değil, ihya etmeye gelen Osmanlı şehirdeki eski medeniyete ait hiçbir izi ortadan kaldırmadığı gibi, isminde de herhangi bir değişikliğe ihtiyaç duymadı, fetihten önce kullanılan Konstantiniyye’yi kullanmaya devam etti. Peki öyleyse Konstantiniyye nasıl İstanbul olmuş dersiniz? Esasında Doğu Roma döneminde şehre Konstantinopolis denilmiş, ama halk bu kullanımı pek fazla tercih etmemiş, bunun yerine “şehre doğru” anlamına gelen Stinpolis’i kullanmış. Bu kullanım Osmanlı döneminde de devam etmiş, Stanbul, İstambul, İstambol, Stambol zamanla İstanbul‘a evrilmiş. İşte bugünkü İstanbulumuz böylelikle kavuşmuş ismine.
Kalabalık Bir Metropol
Herkesi ayrı bir güzelliğiyle büyüleyen İstanbul’un en can sıkıcı noktası ne yazık ki kalabalığı. Eşsiz bir güzelliğe, köklü bir maziye sahip bu muhteşem şehir 21. yüzyılda hiç görmediği kadar büyük bir insan kitlesiyle karşı karşıya. Peki tarih boyunca İstanbul’un demografisi nasıldı dersiniz? Konstantinopolis tarafından Yeni Roma olarak tasarlanan, zenginlik, gösteriş ve cazibenin merkezi haline getirilen İstanbul kurulduktan yalnızca iki nesil sonra iki yüz bin nüfusa ulaşarak, surların dışına taşmıştı. Altıncı yüzyıla gelindiğinde yarım milyona ulaşan nüfus, IX. yüzyılda bir milyonu geçti. Hızla büyüyen, gelişen İstanbul’un nüfusu zaman zaman deprem, yangın gibi doğal afetler sebebiyle sekteye uğradı. Esas ciddi düşüş ise XIII. yüzyılda Haçlıların İstanbul’u işgal etmesiyle yaşandı.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde şehrin nüfusu yalnızca 40.000 kadardı. Konstantinopolis’in ilk yıllarındaki şaşaadan eser yoktu. Fatih’in akıllıca politikaları neticesinde nüfus kırk binden seksen bine ulaştı. Kısa süre içinde İstanbul cazibe merkezi haline geldi. O kadar ki Kanuni Sultan Süleyman döneminde şehirdeki yoğun göçe karşı birtakım önlemler alındı. Yaşanılan büyük depremler, savaşlar nüfusu olumsuz yönde etkilese de genel itibariyle şehrin nüfusu artma eğiliminde oldu. Cumhuriyet dönemindeki ilk nüfus sayımına göre İstanbul’daki kişi sayısı 691.000 idi. 60’lı yıllarda köyden kente yapılan göçler İstanbul’un nüfusunda büyük bir sıçramaya sebep oldu. Pek çok açıdan avantajlı olduğu düşünülen şehir her geçen gün daha fazla göç alarak biraz daha kalabalık hale gelmekte. Bugün dev bir metropol haline gelen İstanbul’un 16 milyon insana ev sahipliği yaptığı söyleniyor.
Yedi Tepesinde Yedi Cennet Kurulu Şehir
Rivayete göre Konstantin Güneş, ay ve beş gezegene ithafen yedi tepe üzerine kurmuş bu şehri. Her bir tepesini de bir başka anıtsal yapıyla süslemiş. Osmanlı şehri fethedince yedi tepenin her birine kendi imzasını atmış. Yedi tepe yedi ayrı yıldız gibi parlamaya başlamış. Necip Fazıl’ın dediği gibi yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler olmuş.
Peki nerededir bu yedi tepe? İsterseniz birinci tepe ile başlayalım. Birinci tepe, Tarihi Yarımadanın burnunda, denizden kırk metre yükseklikte bulunan Sarayburnu Tepesi. Şehrin kurulması için en ideal yer olarak görüldüğünden Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nı buraya inşa ettirmiş. Ayasofya, Topkapı, Sultanahmet bu tepenin imza eserleri. İkinci tepe, Nuru Osmaniye Külliyesinin bulunduğu Nuru Osmaniye Tepesi. İstanbul’un en görkemli tepelerinden biri olan üçüncü tepe, Beyazıt Tepesi. Sinan’ın Süleymaniyesi ile ayrı bir güzelliğe bürünür bu tepe. Beyazıt Cami, Beyazıt Kulesi, İstanbul Üniversitesi de bu tepeden bakar bize. Dördüncü tepe, İstanbul’un en yüksek noktalarından biri Fatih Tepesi. Bizans döneminde Havariyyun Kilisesi yapılmış buraya.
İstanbul fethedilince kilisenin yerine Fatih Camii inşa edilmiş. Beşinci tepe görenleri manzarasıyla kendine hayran bırakan Yavuz Selim Caminin bulunduğu Yavuz Selim Tepesi. Fener bölgesini de kapsayan tepede Yavuz Selim Cami dışında Kırmızı Mektep, Kariye Cami, Aya Yorgi Fener Kilisesi gibi yapıtlar bulunuyor. Yetmiş metre ile İstanbul’un en yüksek kotuna sahip olan Edirnekapı Tepesi. Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan için yaptırdığı camiye nispetle Mihrimah Sultan Tepesi olarak da geçer. Ve son tepe, Kocamustafapaşa Tepesi… Aksaray’dan Tarihi Bizans surlarına, Marmara Denizine kadar uzanan bölgede yer alıyor. Önceden bir kilise olan Sümbül Efendi Camii ismiyle şöhret bulmuş olan Koca Mustafa Paşa Cami bu tepede bulunuyor. İşte yedi tepeli şehrin cennet misali yedi tepesi…
Bir Osmanlı Payitahtı: Dersaadet-i Aliyye
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethetmesinin ardından bu güzide şehri Osmanlı devletinin başkenti ilan etti. Böylelikle İstanbul, Edirne ve Bursa’dan sonra Osmanlı’nın üçüncü payitahtı oldu. İstanbul’u bir İslam beldesi olarak görmek isteyen Fatih bu yeni başkenti ihya etme gayesiyle hemen harekete geçti. İstanbul’un Bizans başkentinden Osmanlı payitahtına tahavvülünün simgesi şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya’da çan seslerinin yerini ezan seslerinin alması oldu. Ardından Ayasofya’nın yanına yönetim merkezi olarak Topkapı Sarayı inşa edildi. Böylelikle Edirne’deki saray terk edilerek, Topkapı Sarayı’na yerleşildi ve İstanbul’un resmi olarak imparatorluğun payitahtı olduğu günler başladı.
İstanbul Osmanlı İmparatorluğunun yönetim merkezi olmasının yanında her bakımdan ayrıcalıklı bir konuma sahip oldu. İstanbul’u çağın en görkemli başkenti haline getirmek isteyen Fatih Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden zanaat ehli insanları yeni başkente çekmek için iskân politikası uyguladı. Aynı zamanda dünyanın dört bir yanından ilim adamını payitahta davet etti. Böylelikle İstanbul ilmin, kültürün, sanatın başkenti halini aldı. Nice mühim kararlar, merasimler, törenler, padişah fermanları, buyruklar hep bu topraklarda hayat buldu. Rum, Türk, Ermeni, Yahudi, Hristiyan, Müslüman bu topraklarda Osmanlı’nın emniyetinde huzur içinde bir arada yaşadı. İstanbul altı asır boyunca Devlet-i Aliyye’nin makarr-ı saltanatı,tahtgahı, saadet kapısı oldu…
Fethin Sembolü: Ayasofya
Asırlara meydan okuyan ihtişamıyla Ayasofya içeriye adımınızı atar atmaz bambaşka bir iklime götürür sizi. Bu heybetli yapı bizlere Doğu Roma’dan armağan. MS. IV. yüzyılda I. Konstantinos zamanında başlayan inşası oğlu II. Konstantios döneminde bitmiş. 15 Şubat 360 tarihinde açılışı yapılmış. Ancak 20 Haziran 404 günü meydana gelen bir ayaklanma ile kilise harap olmuş.
II. Theodosius zamanında yeniden yaptırılarak, 1 Ekim 415’te tekrar açılmış. Ancak bu ikinci kilise de çok uzun ömürlü olmamış. 532 senesinin 13-14 Ocak gecesi Nika ayaklanmasında yangına kurban gitmiş. Bunun üzerine imparator Ayasofya’yı çok daha büyük ve çok daha ihtişamlı bir yapı olarak inşa etmeye karar vermiş. Yeni kilise için imparatorluğun her yerinden malzemeler getirtmiş ve tam on bin kişiyi kilisenin inşası için çalıştırmış.
Ayasofya Kilisesi altı yıl içinde tamamlanarak 27 Aralık 537 günü büyük bir törenle açılmış. Yaşanılan depremler, istilalar zaman zaman Ayasofya’nın yıpranmasına sebep olmuş. Bizans’ın en büyük kilisesi Osmanlı’nın eline harap bir halde teslim edilmiştir. Fatih Sultan Mehmet tarafından tamiri emredilerek camiye çevrilen Ayasofya, Osmanlı zamanında yapılan çeşitli eklemelerle yeni bir çehre kazanmıştır. Özellikle Mimar Sinan’ın yaptığı güçlendirmeler yapının ayakta kalmasında hayati bir rol oynamıştır. Esasında bugün gördüğümüz Ayasofya’yı İstanbul’un mimarı Mimar Sinan’a borçlu olduğumuzu söylesek abartmış olmayız.
İstanbul Aşıkları
Batılı Bir İstanbul Sevdalısı: Pierre Loti
Hepimizin bildiği bir isim o. Biz onu Eyüp’teki meşhur tepeden tanıyoruz. Asıl adı Julien Viaud olan Fransız yazar Pierre Loti, ilk kez 1876 yılında gelir İstanbul’a. Bu tarih onun hayatının dönüm noktası olur. İstanbul’u gören Pierre Loti bu büyüleyici şehre âşık olur. 1919 yılına kadar birçok kez gelir İstanbul’a. Batılı bir seyyah olmasına rağmen şarkı öteki görmeyen Pierre Loti İstanbul’a olan aşkından tıpkı bir İstanbullu gibi yaşamıştır. Öyle ki fes takıp, Osmanlı halkının giydiği kıyafetleri giyip gezerdi.
İstanbul’da kaldığı zamanlar Eyüp’te yaşamayı tercih eden Loti, Beyazıt’ta, Süleymaniye’de kahvelerde oturur, nargile içerdi. İstanbul sevdası o kadar büyüktü ki bunun için Türkçe bile öğrendi. Pek çok Türk arkadaş edinen Pierre Loti Avrupa devletlerine karşı Türkleri ve Türkiye’yi destekledi. Bu yüzden ülkesi tarafından dışlandı. Tam bir İstanbul sevdalısı olan Loti Eyüp’teki tepeye sık sık gider, oradan şehr-i İstanbul’u seyrederdi. Bu sebeple önceleri İdris-i Bitlisi Tepesi olarak anılan bu tepeye onun adı verildi. İşte bu şehir öylesine büyülüdür ki herkesi kendine hayran bırakır…
Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u
İstanbul’u konuşup onun adını anmadan geçmek olmaz. İstanbul sayısız şairin mısralarında kendine yer bulmuştur belki de ama hiçbiri Yahya Kemal kadar deruni bir sevgi ile yansıtmamıştır onu. İstanbul’a gönülden bağlı bir şair olan Yahya Kemal, 1902 senesinde henüz on sekiz yaşında bir delikanlı iken tanışır ilk defa İstanbul’la. Bu ilk karşılaşmada bir muhabbet duymaz İstanbul’a. Hatta Paris’ten İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldığında hiç de memnun değildir. Onun İstanbul’la kurduğu müstesna bağ tam olarak ne zaman ve ne şekilde başladı bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki Yahya Kemalsiz bir İstanbul düşünülemeyeceği gibi İstanbul’suz bir Yahya Kemal de düşünülemez. İstanbul onun bütün bir benliği, yaşam kaynağı olmuştur.
Gurbetteyken bile daima onun hayaliyle teskin olur. Varşova’da karlı bir kış gecesi gönlü İstanbul aşkıyla tutuşunca, hayallerinde Emirgan’a, Üsküdar’a belki de Kocamustafapaşa’ya kaçar. İstanbul’u vatan mefhumunun hülasası olarak gören Yahya Kemal, “Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz Ki biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biz” dizeleriyle milliyetimizin bu topraklara bütünüyle sinmiş olduğunu söyler. İstanbul’un fethine ayrıca bir ehemmiyet gösteren şair, olağanüstü bir hadise olarak gördüğü fethi şiirlerinde adeta yeniden yaşar.
Hayran olarak bakarsınız da
Hülyanızı fetheder bu hali:
Beş yüz sene sonra karşınızda
İstanbul fethinin hayali
Bu şehrin sonsuz güzelliklerle müzeyyen olduğunu dile getiren Yahya Kemal İstanbul’u semt semt, sokak sokak dolaşmış, her bir semtinde ayrı bir saadet iklimine varmıştır. İstanbul’u öylesine sevmiş ki her köşesini keşfetmeye ömrünün yetmeyeceğinden korkmuş hep. İstanbul’u seyretmeye doyamayan şair, ona her gün bir başka tepeden bakmış ve onu “Azîz İstanbul” olarak tebcil etmiş.
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yada
Sen de çok yıl yaşayan, sen de ölen, sen de yatan.
Sade Bir Semtini Sevmek Bile Bir Ömre Değer
İstanbul gezip görmekle bitmeyen her gün bir başka güzelliğiyle size göz kırpan bir şehir. Her köşesinde bir başka hülyaya dalarsınız. Sultanahmet’te Devleti Aliyye rüzgarına kapılırken, Eyüp’te müthiş bir manevi atmosfere dahil olursunuz, Beyoğlu’nda bir başka İstanbul’la karşılaşır, Boğaziçi’nde sükûnete erersiniz. Şairin dediği gibi öyle bir şehirdir ki İstanbul sade bir semtini sevmek bile bir ömre değerdir. O halde yalnızca bir semti bir ömre bedel olan bu kıymetli şehri sevmek gerek. Sevmek için ise önce bilmek, tanımak, tanış olmak gerek. Peki İstanbul’la tanışmaya nereden başlamalı? Elbette nefs-i İstanbul, yani tarihi yarımadadan.
Tarihi yarımadada gezerken neredeyse adımınızı attığınız her an mazinin sessiz tanıklarıyla karşı karşıya gelirsiniz. Tarihi yarımada olarak anılmasının nedeni de budur ya, içinde pek çok tarih şahidi barındırır. Burada Osmanlı eserleri kadar Bizans dönemi yapıtları da bir hayli çoktur ve gezilmeyi, görülmeyi, keşfedilmeyi beklemektedirler. Ayasofya Cami bunların başında gelmektedir. Aya İrini Kilisesi, Yerebatan Sarnıcı, Kariye Cami, Zeyrek Cami, Bozdoğan Kemeri tarihi yarımadada görebileceğiniz muazzam Bizans eserlerinden sadece birkaçı. Yedi tepesinde yedi cennet kurulu bu şehrin hangi tepesine baksanız Osmanlı payitahtını görürsünüz.
Bu yedi tepenin her birine çıkmalı, gezmeli, Sultanahmet, Nuru Osmaniye, Beyazıt, Süleymaniye, Yavuz Selim, Fatih, Edirnekapı, Kocamustafapaşa Camilerini görmeli, medeniyetimizin izlerini sürmelisiniz. İstanbul bir Osmanlı şehri, Sinan’ın tezyin ettiği şehir… Şehzade Camii, Süleymaniye, Selimiye, Rüstem Paşa, Kılıç Ali Paşa… Daha niceleri… Nazlı nazlı süzülen Boğaziçi… Bebek, İstinye, Emirgan kıyıları. İstanbul’un fethini gören Üsküdar. Buram buram tarih kokan Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı… Bir zamanlar İstanbul’da masalsı sandal sefalarının yapıldığı Göksu Deresi, fethin şahitlerinden Anadolu Hisarı... Bir tatlı huzurun adresi Kalamış… İstanbul anlatmakla, gezmekle, görmekle bitmez tükenmez bir hazine…
Ana gibi yar olmaz İstanbul gibi diyar
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar
Gecesi sümbül kokan,
Türkçesi bülbül kokan
İstanbul,
İstanbul…
Kaynakça
1.Demirkent, I. (2023, 09 28). İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/istanbul#1
2.Eyice, S. (2023, 09 28). Ayasofya. TDV İslâm Ansiklopedisi: https://islamansiklopedisi.org.tr/ayasofya#1
3.Karakuyu, M. (2010). İstanbul’un Tarihsel Topoğrafyası ve Literatür Değerlendirmesi. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 33-60.
4.Yılmaz, C. (2015). Antik Çağdan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi. İstanbul : İstanbul Büyükşehir BelediyE Başkanlığı Kültür A.Ş./İSAM.
Tarihin tozlu sayfalarında kaybolmayı seven bir İslam Tarihi öğrencisiyim.