Sokurov’un Rüyalar Aleminde Rasulullah’ın İzleri: Ana ve Oğul
“Lacan rüyadan tam da gerektiği anda uyandığımıza inanır. Ona göre rüyadan uyanılacak an ‘tam da gerçeğe ulaşılacak ana gelindiğinde’ zuhur eder.” [1] Bu satırlar bana Sokurov’un sinema yapma biçiminin farklı perspektiflerini hatırlatır. Aleksandr Sokurov, çoğu filminde referans noktasını gerçek ve rüya tasavvurunun tam arasına koyduğu, kendine özgü sinematik bir üsluba sahip. Her ne kadar rüya sineması denince akla gelen ilk isim Andrey Tarkovski olsa da esasında her iki yönetmenin rüya kullanımları birbirinden farklı kapıları aralıyor. Tarkovski’nin gerçek ve rüya arasındaki düşünce yarıkları sanki bizi diğer dünyaya ait olan bir tarafımızdan yakalarken, Sokurov bu rüyasal anları dünyadaki varoluşumuzu ve kendi tekilliğine çöken bireyi hatırlatmak için kullanıyor. Aslında bu noktada Sokurov’un neden Tarkovski’nin tek varisi olabilecek kişi olarak anıldığını da anlamak mümkün.
Sokurov’un gerçeğe meyleden rüyavari atmosferi “Ana ve Oğul” filminde görüntülerin lenslerle bozuma uğraması ve soluk renk paletiyle dikkat çekiyor. Aynı zamanda yönetmenin bu görüntüleri en güzel şekilde kullanarak her bir kareyi sanatsal bir tabloya dönüştürmesi de filmin şiirselliğini farklı bir boyuta taşımış. Filmdeki genç adamın “Kâinat, hayret vericisin.” cümlesini kurması sanki biz izleyicilerin o görüntülere ve dolayısıyla her gün şahit olduğumuz büyüleyici kâinata karşı olan hayranlığını dile getirmede bir dış ses oluyor.
Film, ölmek üzere olan annesiyle genç oğlunun birlikte geçirdikleri son günü anlatıyor. Ölüm ve veda temalarının üzerine kurulan bu filmin olabilecek en yavaş tempoda ilerlemesi belki de söze gelmeyecek bu mefhumları anlatabilmek için en etkili seçim. Yönetmenin filmde sıkça rüzgâr, yaprak hışırtısı gibi doğa seslerine başvurmasını da genç adamın kendi içerisindeki ve filmin genelindeki kaygılı atmosferin bir dışavurumu olarak görebiliriz. Filmde anne ve oğlunun ilişkisindeki küçük anlara dahil olabilmek dışında yönetmenin bize aktardığı çok fazla bir anlatı yok, belki de Sokurov’un kendi seçimi bizzat bu yöndeydi. Zira filmin tohumunu attığı fikir gösterişsiz ve yalın olsa da bu fikrin filizlenirken en kırılgan ve nahif anlara seyirciyi kusursuz bir biçimde şahit tutması muhteşem bir his. Oğlunun annesiyle yaşadığı son anlara sıkıca tutunması adeta seyircinin filme tutunmasıyla paralel işliyor.
Filmin baştan sonra eşsiz güzellikte saf bir sinema olmasının yanı sıra, benim için asıl kıymeti, oluşturduğu maddi alemi kendi rüya atmosferinde yumuşatarak Peygamber Efendimiz’den (s.a.s) bazı Nebevî izleri bana hissettirebilmesi. Filmin başlarında anne ve oğlunun evin bahçesindeki bankta oturdukları bir sahne var. Genç adam bir fotoğraf albümünü almak için eve gidiyor ve döndüğünde annesini bankta uyurken buluyor. Onu o halde görünce, kendi elini annesinin başının altına destek yapıp bir süre öyle bekliyor. Bu sahneleri görmek bana mağarada mahsur kalan ve salih amelleriyle Allah’a dua eden üç arkadaş kıssasını hatırlattı.
Hadiste geçen ve mağaraya sığınan arkadaşlardan birinin de çok yaşlı anne babası var ve onların karnını doyurmadan evdeki diğer kişilere bir şey yedirip içirmeyen biri kendisi. Bir gün eve geldiğinde hayvanların sütlerini sağıp anne ve babasına götürdüğünde onların uyuyakaldığını görüyor. Akabinde onları uyandırmıyor ama geri kalan ev halkının da karnını doyurmasına izin vermiyor. Bu şekilde süt kabı elinde sabaha kadar anne ve babasının başında uyanmasını bekliyor. Sanki hadis-i şerifte bahsedilen ve Allah’ı hoşnut eden o davranışın bir numunesini bu filmde de görmek mümkünmüş gibi hissettim. Ki sadece bu sahneyle de sınırlı değil, filmin devamında da gördüğümüz üzere genç adamın gittiği her yere annesini sırtına alarak gitmesi ve annesinin saçlarını taradığı zamanki kibar ve uysal tavırları ekrandan dışarı çıkarak kişinin annesinin ve babasının, onun cenneti veya cehennemi olabileceği hassasiyetini izleyicilerin içine işleyebiliyor.
Uzun lafın kısası, Sokurov’un rüya ve gerçeklik arasında çizgileri bulanıklaştırarak izleyiciye sunduğu alem bizi bambaşka yerlerden tutabiliyor. Üstelik, kalbimizi daha rakik bir hale getirerek bizi Allah’a yakınlaştırması benim nezdimde sanatın yapması gereken ve yapabileceği en güzel şey. Netice itibariyle yazıyı bir dua ile bitirmek isterim: Allah kendisine onunla iltica edebileceğimiz salih ve samimi ameller yapmamızı bizlere kolaylaştırsın, belki bu vesileyle içinde bulunduğumuz mağaranın önündeki taşlar da yavaşça devinir.
[1] Mustafa Mencütekin, Lacan ve Sinema Sanatı, İstanbul, Arı Sanat Yayınları, 2014, s. 60.