Abdulrazak Gurnah ve Terkediş Romanı
Afrikalı yazarların rehberliğinde “Afrika’da Yaşam” serimize, 2021 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Abdulrazak Gurnah ve “Terkediş” romanı ile devam ediyoruz.
1961 yılında İngiliz yönetimine karşı bağımsızlığını ilan eden Tanzanya’nın otonom bir bölgesi olan Zanzibar’da dünyaya gelen Abdulrazak Gurnah, meşhur eserinde bağımsızlık öncesi ve sonrası bölgedeki siyasi duruma, halkın yaşantısına, sömüren ve sömürülen arasındaki ilişkiye ışık tutuyor.
Nobel Ödüllü Yazar, Abdulrazak Gurnah
1948 Zanzibar doğumlu yazar, henüz 20 yaşındayken eğitim amacıyla İngiltere’ye geldi. 1982 yılında doktorasını yaptığı Kent Üniversitesinde(İngiltere) ders vermeye başladı. Halen aynı üniversitenin İngilizce bölümünde öğretim görevlisi ve lisans çalışmaları direktörü olarak görev yapmaktadır.
Romanlarında ağırlıklı olarak kimlik ve göç sorunlarını ele alan Gurnah, karakterlerinin geçmişlerini ve mevcut yaşamlarını birbirine bağlayarak okuyucuya aktarır. Kendi göç tecrübesinden yola çıkarak bilhassa Avrupa ülkelerine yerleşmek zorunda kalan Afrikalıların sancılı hayat hikâyelerini betimler.
‘Cennet’ ve ‘Deniz Kenarında’ adlı eserleri, Man Booker Ödülü’ne, ‘Terkediş’ isimli romanı ise Commonwealth Yazar Ödülü’ne aday gösterildi. Yazar 2021 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü ile daha geniş çevreler tarafından tanınmaya ve ilgi görmeye başladı. Gurnah, 28 yıl aradan sonra bu ödülü alan ilk siyah yazar olma unvanını da taşıyor. (Diğer iki siyah yazardan Nijeryalı Wole Soyinka 1986 yılında, Amerikalı Toni Morrison ise 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştır.)
Sömürgeciler tarafından kaderine terk edilen kıtanın hikayesi: Terkediş
Abdulrazak Gurnah, ‘Terkediş’ isimli romanında okuyucuya üç parçadan oluşan iki ana hikâye sunar. Hikâyeler, yarım asır arayla birbirine bağlanarak anlam kazanır.
İlk ana hikâye, 19. yüzyılın sonlarında henüz Kenya sınırlarına dahil olmayan Mombasa’nın sakin bir sahil kasabasında geçer. Ana karakterlerden biri olan Hassanali, sabah namazını kılmak üzere evden ayrılır, ancak hiç istemediği bir olayla karşılaşır. Yerde bitkin halde yatan beyaz bir Avrupalı görür. O dönemlerde bir Avrupalı ile karşılaşmak hiç de istenmeyen bir durumdur. Beyaz bir adamla kurulan ilişkiler çok hoş karşılanmazken, diğer taraftan yardıma muhtaç yaralı bir adama yardım etmek itibar kazandıran bir tutum olarak değerlendirilir. Hassanali yaşadığı tereddüte rağmen yabancıyı evine götürür.
Yabancıyı tedavi etmek amacıyla eve bir şifacı çağrılır. İsmi Martin Pearce olan Avrupalı adam, yolunu kaybetmiş bir tarihçidir. Başından talihsiz olaylar geçen Pearce’in beyaz bedeni bölge sakinleri için adeta bir seyir sebebi olur. Hassanali adamın başına bir şey gelmesinden endişe eder, ona elinden geldiğince iyi bakmaya ve onu yolcu etmeye çalışır.
Kasabada yaşayan Fredrick ve Burton isimli iki beyaz adam, halka tepeden bakan ve onları hor gören tipik sömürgeci zihniyetin iki temsilcisidir. Martin Pearce’in haberini aldıktan sonra, Hassanali ve ailesine teşekkür dahi etmeden onu “ait olmadığı” dünyadan alıp kendi evlerine getirirler. Yaşamasının bir lütuf olduğunu, yerlilerden her tür kötülük beklenebileceğini anlatırlar. Bilhassa Fredrick, yerli halkı “maymun kadar kurnaz” olarak tanımlayıp, Hassanali ve ailesini ondan bir şey çalmakla suçlayacak kadar ileri gider.
Ancak Martin Pearce, görmüş olduğu yardım ve ilgiden ötürü Hassanali ve ailesine teşekkürlerini bizzat iletmek ister. Bu vesile ile yolda camiye giderken karşılaştığı Hassanali’nin kendisini hemen yemeğe davet etmesine ve kısacık sürede hazırlanan mükellef sofraya hayret eder. Ve bir de hasta iken onunla ilgilenen ancak kendinde olmadığı için varlığını fark etmediği Rehana’nın güzelliği Pearce’i derinden etkiler. Pearce de, daha önce yaptığı evliliğinde kocası tarafından terk edilen Rehana’nın ilgisini çekmeye başlar. Bir zaman sonra Mombasa’ya taşınan Pearce’in ardından, Rehana da akrabalarını görme bahanesi ile onun yanına gider. Orada buluşurlar ve bir ev tutup birlikte yaşamaya başlarlar. Ne yazık ki, mutlu birliktelikleri kısa sürer, Rehana bu defa da beyaz kocası tarafından terk edilir.
Bağımsızlık sürecindeki sancılar
Romanın ikinci ana bölümünü Raşid isimli bir genç anlatır. Bağımsızlığını kazanmak üzere olan ülkenin hali pek de iç açıcı değildir. Bilhassa gençlerin tek hayali, Avrupa’ya gitmek, ülkelerinden uzaklaşmaktır. Raşid de ülkesini terk etmek isteyenlerdendir.
Kardeşi Amin ise Jamila isimli evlenip boşanmış bir genç kadına âşık olmuştur. Jamila Rehana’nın torunudur. Gurnah, burada Pearce ile Rehana’nın hikâyesini yıllar sonra işte bu hikâyeye bağlar. Genç kadın Jamila, ekseriyetle Avrupalıların ikamet ettiği bir muhitte Batılılar gibi yaşar. Amin, Jamila’yı görmek için bu muhite her gidişinde oraya ait olmadığını kendisine hissettiren bakışlara ve hissiyata maruz kalır. Kendi hayatı ile Jamila’nın hayatını kıyaslar, bu ilişkinin nereye gideceğini bilmez. Nihayet Jamila’nın ortadan kaybolmasıyla Amin terk edilmiş hisseder.
Raşid ise burs kazanarak Londra’ya okumaya gider. Ancak sosyal çevre kurmakta zorlanır, arkadaş edinemez ve kendini dışlanmış hisseder. Kaldığı süre boyunca aidiyet ve kimlik sorunu yaşar.
Öte yandan Mombasa’da otoriter bir rejim hâkim olur, ekonomik koşullar zorlayıcı hale gelir. Amin’in babası işini kaybederken, annesi de bir göz hastalığı sonucu kör olur. Ailenin tüm yükü Amin’in sırtına biner. Lakin zamanla o da annesinin yakalandığı hastalığa yakalanır ve giderek görme yetisini kaybetmeye başlar. Körlük onu üzeceği yerde mutlu eder. Çünkü yönetim, müziği, televizyonu ve radyoyu yasaklamıştır ve nihayet Amin için dert edecek bir şey kalmamıştır. Öyle ki öleceğini düşünmek bile içinden çıkamadığı yalnızlığa ve boşluğa son vereceği için onu sevindirir.
Kardeşi ile sık sık mektuplaşan Raşid’e ülkeye asla dönmemesi söylenir. Doktorasını tamamlayan Raşid, akademisyen olarak çalışmaya başlar. Bir konferansta Barbara isimli bir meslektaşıyla karşılaşır. Onun sayesinde romanın ilk kısmında anlatılan ilk öyküye ait sırları keşfeder.
Kaderine terk edilen kıta
Gurnah, sömürülen kıtayı ve sömürgecilerin perspektifini, iki aşk hikâyesi üzerinden anlatır. Yerli halkın çekincelerini, umutlarını, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını birbirine bağlı hikayeler genelinde ustalıkla yansıtırken, sömürgeci karakterler üzerinden de çarpıcı tespitler sunar. Fredrick’in İngiliz sömürgesini Fransız sömürgesinden daha başarılı bulmasındaki kibir ve yerli halka bakış açısındaki çarpıklık günümüzde de değişmemiştir. Bu bakış açısına göre, sömürgeciler yerli halkın iyiliği için çalışan, onlara yeni tarım teknikleri öğreten, hastaneler, okullar yaptıran, altyapı hizmeti sunan insanlar olarak değerlendirilir. Tüm bu fedakarlığa(?) karşın, Afrika halkları ise yüzyıllar süren kölelik sisteminde tembelliği ve işten kaytarmayı öğrendiğinden, efendileri onları göz hapsinde tutmalı ve itaatle çalışmaya zorlamalıdır.
Kitaba ismini veren “terk ediş” metaforu önce aşklar üzerinden işlenmiştir. Rehana’nın terk edilmesinin ardında beyaz sömürgecinin her defasında sömürüp terk ettiği Afrika temsili yatarken, Amin’in Jamila ile bir sonunun olmayışında da benzer bir metafor kullanılır. Yazara göre, sömüren ile sömürülen arasındaki ilişki bireyler arasında dahi değişmez. Aşklar kısa sürmeye ve hazin bir şekilde son bulmaya mahkumdurlar.
İkinci olarak terk ediş, sömürgecinin terk ettiği ve kendi kaderine bıraktığı topraklar olarak karşımıza çıkar. Kolonyal güçlerin gidişiyle gelen bağımsızlık bölge halkının koşullarını iyileştirmemiş bilakis daha fazla kaos yaratmıştır. Sömürgecinin arkasında bıraktığı sistem çoğu insan için sömürge dönemini aratacak kadar kötü olduğundan, gücü yeten çareyi ülkeyi terk etmekte bulmuştur. Sömürenler kıtayı terk ederken, geride kalan ayrıcalıklı beyaz zümre yine halktan uzak, imtiyazlarla dolu müreffeh hayatına devam etmiş, halk ise bir türlü özlemini çektiği refaha ulaşamamıştır.
‘…1950’li yıllarda İngilizler tarafından çizilen Afrika haritasında dört baskın renk vardı; pembeye çalan kırmızı İngiliz egemenliğindeki yerleri, koyu yeşil Fransızların, mor Portekizlilerin, kahverengi ise Belçikalıların yönetimindeki yerleri gösteriyordu. Renkler bir dünya görüşünün şifresiydiler; diğer emperyalist ulusların da kendi haritalarında kendi renk düzenleri vardı. Bu, dünyayı anlamlandırmanın bir yoluydu… Haritalar artık bu biçimde okunmuyor. Dünya çok daha karmaşık bir hal aldı; artık o kadar çok insan ve isim var ki bunlar dünyanın anlaşılırlığını belirsizleştiriyorlar.” (Terkediş)
Bir sonraki yazımızda Sudan’ı ünlü yazar Leila Aboulela’nın “Minare” isimli eseri üzerinden sizlere tanıtacağız.
Okur, yazar ve çizer.