Kitap Tavsiyeleri

Bir Ruh Macerası-Ayşe Şasa 

Macera romanlarında görmeye alışık olduğumuz bazı sahneler vardır: kovalama, adam kaçırma, dövüşme; hareketli ve hareketli olduğu kadar da heyecan verici bir dizi olaylar silsilesi. Bu macera romanlarında kahramanlarımız genellikle beklenmedik ve bazen korkutucu çeşitli aksiyonlar içerisinde kendilerini bulurlar. Savaşırlar, büyük bir mücadele ile kavgalarını verirler, sonunda ise ya galip gelir ya da başı dik bir şekilde ölümle yüzleşirler. Ancak bütün bu olup bitenler fiziki bir dünyanın çerçeveleri içerisinde olup biter. Halbuki şimdi karşımızda duran bu kitapta fiziki çatışmaların yer aldığı bir maceradan çok daha fazlası ile karşılaşıyoruz; her daim arayışta olan sancılı bir ruhun fiziki alemden manevi aleme ilerlerken başına gelen olaylarla kavgası, isyanı ve mücadelesi ile.

Zengin bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Ayşe Şasa, bu zenginliği daima onu yalnızlığa doğru sürükleyen bir yük gibi sırtında taşır. İçine doğduğu muhit ve hayatının ilk dönemlerine rastlayan yıllar, onun yaşam çizgisini ellerine alıp kalın bir kalemle ve bastıra bastıra oymuş gibidir. Ayrıca kendisi de bu çizgiyi zihninde devamlı olarak canlı tutmak konusunda ısrarcıdır. Yaşadığı her bir ayrıntının üstünü çizerek ve onu bir daha oradan kazınması zor bir şekilde zihnine işleyerek hayatına devam eder. İlkokul yıllarındaki başarısızlığın getirdiği itilmişlik duygusu, kolej yıllarında üstün başarının yol açtığı dışlanma ve bencillik hisleri, evliliklerinde ve sinema hayatında karşılaştığı zorluklar, en sonunda ise onu hastanenin kapısına kadar düşüren hastalığı kökenlerini hep ilk çocukluk yıllarının zihninde ve ruhunda açtığı sarsıcı travmatik anılarından beslenir. Avrupa’dan getirilmiş dadıların ve mürebbiyelerin insafına ve eğitimine bırakılan küçücük bir çocuk, yaşadığı toplumun geleneğinden ve inancından tamamen kopuk bir şekilde adeta bir fanusun içine hapsedilmiş olarak yetiştirilir. Ayrıca bu dönem içerisinde anne ve babanın fiziki ve manevi varlıklarını hissetmekten de uzaktır. Ait olduğu aile, toplum, kimlik konusunda kafası karışıktır; ancak hakikat kelimesine ulaşma konusunda sezgi ile karışık bir isteği vardır. 16 yaşında içerisinden geçirdiği bu istek, hayatının kırklı yaşlarında zuhur eder ve bir akıl hastanesinden hakikate ulaşmış bir şekilde dışarı çıkar. Ölüm korkularının, vehimlerinin, halüsinasyonlarının çaresini Allah inancında ve tasavvufta bulur. Hastalığının sebebini yıllar sonra “Hastalığımın nedeni vahiyden uzak yaşamış olmak.” şeklinde tanımlar.

Ayşe Şasa’nın başından geçen ve onu hakikate ulaştıran bu yaşam hikayesi, ne yazık ki sadece tek bir çocuğa mahsus değildir. Bu hikaye o dönemin Türkiye’sinde belirli bir zihniyetin ve hayat görüşünün ürettiği, Tanzimat’tan itibaren mürebbiye hikayeleriyle süslenen ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra gittikçe güçlenen “geleneğin ölümü ve modernleşmenin saltanatı” isimli bir hayat romanın sadece tek bir kahramanına ait bir hikayedir. Halbuki bu roman sonu gelmeyecek bir uzunluktadır ve sayısız zavallı kahramana ev sahipliği yapmaktadır. Geleneğe ve İslam’a karşı tavır almış, bu iki unsuru gerilemenin ve güçsüzlüğün işareti sayan bu modern aydın öncüler; çocuklarını üstün Batı’nın bilim ve fenni ile donanmış Batılı mürebbiye ve dadıların ellerine bırakarak, bu çocukların en modern şekilde yetişmelerini istemişlerdir. Bu yüzden de cam bir fanusla da değil, dışarıyı göstermeyen mat bir fanusla çocuk ve gelenek arasına kalın bir set çekmişlerdir.

Ayşe Şasa bizzat yaşayarak tecrübe ettiği bu hayat görüşünü ve kendisinin gençlik yıllarını şu sözlerle açıklar:

…Hiç düşünülmeden bir şey bırakılıyor ve öbür tarafa atlanmak isteniyor. İşte bu, bir facia, toplum için büyük bir facia. Muhasebesi yapılmamış bir değişim. Hala bu, zincirleme reaksiyon gibi sürüp gitmektedir. Anne ve babamın kuşağı, çift kimlikli veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar; işte annem bir tarafta geleneğe bağlı, bir tarafta Batıyı idealize ediyor; ama arkadan gelen bana, geleneğe ait hiçbir şey verilmiyor. Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla, özel ilaçlarla yetiştiriliyor.

Manası eksik bir hayatın, serada yetişmiş bitkiler gibi tadı tuzu olmayan ancak dışarıdan bakıldığında pürüzsüz görünen bir hayat olmadığını kim iddia edebilir. Anlıyoruz ki manevi ve dini telkinlerin içinde yer almadığı böyle bir hayatta varlık, kimlik ve değer keşmekeşinin ortaya çıkmaması mümkün değildir. Çünkü neye tutunacağını bilemeyen kişi düşmeye mahkumdur. Ayşe Şasa da hayatı boyunca tutunacak bir dal arayıp durmuş. Bu yüzden başarılı olmaya, sinemaya, spora, bilime, ardından hayatının bir döneminde sosyalizme tutunmuş ancak hangi dala tutunduysa bu dallar tek tek kırılmış ve o da yere düşmekten kaçamamıştır. Çünkü bu dalların hiçbiri onun ruhi ağırlığını taşıyacak güç ve kuvvete sahip olamamışlardır. En sonunda düştüğü o yerden modern tıbbın uygulamalarıyla değil inancın sekinet veren gücü ile ayağa kalkmıştır. “Zikrin, namazın, duanın; modern tıbbın hiçbir şekilde nüfuz edemeyeceği mucizevi şifa etkileri olduğunu anladım.” diyen Şasa, korkularla dolu çocukluk bahçesini mucizelerin süslediği bir cennet bahçesine dönüştürmüştür.

Önünde saygı ile durulacak bu ruhun macerası aynı zamanda bir hicretin de hikayesidir. Öyle ki burada bir yerden bir yere giden kişi veya kişiler yoktur. Başka bir deyişle fiziksel bir yer değiştirmeden söz edilemez. Ancak bir ruh, manevi bir hicret ile hapsedildiği değer keşmekeşinden kurtulup inancın hüküm sürdüğü bir insanın içinde kendisini bulmuştur. Bugün yaşadığımız bu kargaşa dünyasında hangimizin ruhu böyle bir hicrete muhtaç değildir ki! Ruhlarımıza bunu bi’ sormamız gerekiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu