İçerikler

Depreme Kur’an ve Sünnet Işığında Nasıl Bakmalıyız?

Ne yazık ki 6 Şubat 2023 tarihinde şiddetli bir depremle ülkece sarsıldık. “Ateş düştüğü yeri yakar” derler ama bu sefer öyle olmadı, elbette en çok depremzede kardeşlerimizin yürekli yandı ama o ateşin nârından her birimiz nasibini aldı. Bu süreçte hayata olan bakışımız değişti, ne kadar aciz varlıklar olduğumuzu bir kere daha anladık. Mülkün gerçek sahibini hatırladık. 

Ülkece maalesef çok acı bir tecrübeden geçtiğimiz günlerde, gündemimizi hep deprem hadisesi teşkil etti. Bu deprem neydi? Yapıp ettiklerimizden ötürü bize verilen ilahî bir ceza mıydı? Yoksa tabiatın kanunlarından biri miydi yalnızca? Deprem kaderin tecellisinden mi ibaretti? Ya da bizim yanlış uygulamalarımız dolayısıyla mı bu kadar büyük bir felakete dönüşmüştü?  Her birimizin zihni bu sorularla meşgul oldu, kimimiz hala bu sorulara net bir cevap bulamadık belki de.

Peki hayatımızın yegâne iki rehberi olan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim ve alemlere rahmet Hz. Muhammed’in sünnet-i seniyyesi depremler hakkında bizlere ne demektedir acaba? Bunu hiç düşündük mü? Öyleyse şimdi hep beraber sorumuzun cevabını bulmak ve depreme dair Kur’an ve sünnet ışığında, sağlıklı bir bakış açısı oluşturmak için aşağıdaki yazıyı takip edelim.

kuran ve ışık

Hiç şüphesiz ki evrende olup biten her şey sonsuz kudret sahibi Allah’ın dilemesiyle gerçekleşmektedir. Onun izni olmadan yaprak dahi kımıldayamamaktadır. Küçücük bir zerreden koca galaksilere varıncaya kadar her şey Allah’ın elindedir. Başımıza gelen bu depremde O’nun izni olmaksızın gerçekleşmiş değildir.

Peki evrendeki her şeyin Allah’ın dilemesine bağlı olması insanın olaylara hiçbir dahlinin olmadığı anlamına mı gelir? O halde deprem için gerekli tedbirlerin alınmasının bir manası yok mudur? Tabi ki de İslam böyle bir anlayışı asla onaylamaz. Çünkü en başta insan sorumluluk sahibi bir varlıktır, şayet yapıp ettiklerimizin hiçbir ehemmiyeti yok ise bu dünya hayatındaki imtihanımızın manası nerede kalır? Bununla birlikte insanın sınırları bir yere kadardır, her ne kadar üzerine düşeni yapmış olsa da her zaman beklediği sonucu alamayabilir.

İşte bu noktada tevekkül devreye girmektedir.  Sorumluluklarını yerine getirdikten sonra insanın sonsuz kudret sahibi Rabb’ine sığınması, ona tevekkül etmesi gerekir. Ancak bu durum tedbiri bırakıp, tevekküle sarılmak olarak düşünülmemelidir. Allah Rasûlü’nün “Deveyi bağladıktan sonra tevekkül et”[1] hadisi itidal ve denge dini olan İslam’ın tevekkül ve tedbir noktasındaki bakış açısını açıkça ortaya koymaktadır. İslam ne tedbirsiz tevekkülü ne de salt tedbiri uygun görür. O halde tevekkül etmek yetmez, deveyi de sağlam bağlamak gerekir, ya da deveyi sağlam bağlamak yetmez, tevekkül de etmek gerekir.

Allah Rasûlü Hicr yöresinde bir yerde konakladıkları sırada şiddetli bir fırtınadan dolayı herkesin devesini sıkı bir şekilde bağlamasını, kimsenin karargâh dışına çıkmamasını emretmiştir. Hz. Peygamber’in emirlerini ciddiye almayan iki kişiden biri boğulma tehlikesi geçirmiş, biri de uzaklara sürüklenmiştir.[2] Görüldüğü gibi İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed tehlikeli durumlar söz konusu olduğunda öncesinde gerekli önlemleri almaktan geri durmamıştır. Onun sözlerine uymayıp, tedbirsiz davrananların ise sonu hüsran olmuştur.   

deprem arama kurtarma

O halde başımıza gelebilecek tehlikeler ve afetler noktasında tedbire başvurmanın nebevi bir tavır olduğunu, aksi şekilde davranmanın ise Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Yine Allah Rasûlü “Her kim korkuluksuz bir damda yatıp uyur da geceleyin damdan düşüp ölürse sorumluluğu kendisine aittir. Her kim de fırtınalı bir zamanda deniz yolculuğuna çıkar, fırtınaya yakalanıp ölürse, bunun da sorumluluğu kendisine aittir.”[3] buyurarak insanın tedbir alma hususundaki ağır mesuliyetine dikkat çekmiştir.

Can ve mal kaybına sebep olan doğal afetler zaman zaman eski kavimlerin helak edilmesiyle bağdaştırılmış ve Allahû Teala tarafından kulların günahlarda aşırı gitmesi sebebiyle verilen ilahi bir ceza olarak düşünülmüştür. Oysa Kur’an-ı Kerim’deki önceki ümmetlerin helak edilişlerini anlatan kıssalara baktığımızda onların durumunun bugün yaşadığımız hadiselerle alakası olmadığı görülmektedir.

Zira gerek Nuh (a.s.)’un gerek Lut (a.s.)’un kavmi, gerekse Ad ve Semûd iman etmeyip, şirkte aşırı gitmelerinden dolayı helak edilmişti. Aynı zamanda o topluluklardan iman edenler Allahû Teala’nın dilemesiyle ayrı tutularak, helaka duçar olmamışlardı. Nitekim Nuh (a.s.)’ın ümmeti şirk hususunda ileri gidince Allahû Teala Nuh (a.s.)’a bir gemi yapmasını kendisiyle beraber iman edenleri gemiye almasını, helaktan onları kurtarmasını istemişti. Yine “Emrimiz gelince Salih’i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak helak olmaktan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabb’in kuvvetlidir, üstündür.”[4] ayet-i kerimesi de azabın yalnızca inanmayanlara yönelik olduğunu göstermektedir.

sel

Bugün vuku bulan doğal afetlerde ise günahkârlar kadar dinine bağlı kişiler de etkilenmektedir. Depremi bir helak olarak değerlendirmek depremden etkilenen insanları yargılamak ve onların ilahi bir cezayı hak ettiklerini düşünmek manasına gelir ki böyle bir yargıda bulunmaya kimsenin hakkı yoktur. Deprem korkusunu yaşamış ve hala yaşamakta olan insanların bir cezaya duçar olduklarını düşünmeleri onları psikolojik açıdan daha fazla yıpratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’den hareketle yapılan helak benzetmesi doğru da değildir. Allahû Teala’nın kendisine olan isyanları sebebiyle önceki ümmetleri büyük bir felaket ile helak etmesi günümüzdeki doğal afetlerden tamamen farklıdır.

Peki deprem bir ilahi ceza değilse o halde yalnızca tabiatın işleyişinde gerçekleşmesi gereken doğal bir olaydan mı ibarettir? Elbette deprem bir tabiat olayıdır. Hatta bilim adamları tarafından yeraltındaki bu hareketlerin pek çok faydasının olduğu da söylenmektedir. O zaman nasıl oluyor da dünyamız için birçok faydası bile olan bir doğal olay doğal afete dönüşüyor? Bu durumun en baştaki sorumlusu hiç şüphesiz insandır. Deprem ülkesinde olduğumuzu bile bile depreme uygun konutlar yapmayışımız, yerleşime uygun olmayan alanları iskana açmamız, kısacası depremi görmezden gelerek yaşamaya çalışmamız… Fay hattının geçtiği bir yerde depreme uygun bina inşa etmemek Allah’ın insanlara verdiği bir ceza değil, düpedüz insanların ihmalkarlığıdır.

inşaat

Allahû Teala insanlara zulmetmez, insanoğlu kendi yapıp ettiklerinin karşılığını görür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar.”[5]Tabi insanoğlu ne kadar sağlam binalar yapsa da depremi hiç zayiatsız atlatmak mümkün olmayacaktır. Depremin acı bir hadiseye dönüşmesinde insanların hatalarının etkisi vardır. Ancak şu kadarı da var ki Allahû Teala kullarını bazen ikaz etmek bazen de imtihan etmek için bela ve musibetlere duçar kılar. Fakat biz bunun bir ikaz mı yoksa imtihan vesilesi mi olduğunu bilemeyiz.

Allahû Teala kullarına olan merhametinden dolayı bazen onları uyarır ki bu dünya hayatının gafletine kapılmasınlar, ölümü unutmasınlar ebedi hayatlarını ziyan etmesinler. Öte yandan bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Dolayısıyla dünyada hep rahatlığın olması beklenemez. İnsan zor durumlarla da karşı karşıya bırakılacak, kimi zaman hastalıkla, kimi zaman sevdikleriyle, kimi zaman da malıyla imtihan edilecektir. Zira Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “And olsun ki biz sizleri korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele.”[6] O zaman burada bize düşen başımıza gelen ne kadar zor olursa olsun onun bir imtihan olduğu bilinciyle sabretmektir.

Burada akla şu soru gelebilir, şu an dünyanın farklı yerlerinde pek çok insan ailesiyle, sevdikleriyle beraber, sıcak yuvalarındayken, bu ağır imtihan neden bana yazıldı? Esasında dünyada herkes imtihandadır, insanların fıtratları birbirinden farklıdır. Bu yüzden imtihanları da çeşitlidir. Allah kimisini varlık ile imtihan ederken, kimisini de yoklukla imtihan eder. Mesela birisi hayattaki evladıyla sınanırken, bir başkasının sınavı evladını kaybetmek olabilir.

camide dua eden

Hz. Peygamber “Müminin işi hayrete şayandır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık(nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse de sabreder, bu da onun için hayır olur.”[7] buyurarak Müslümanın her koşulda tabiri caizse kârda olduğunu ifade etmiştir. Gerçekten de Müslüman nimet karşısında şükreder ve Allah’a yaklaşır, külfette de Rabb’ine sığınıp, sabrederek ahiretini kazanmış olur. Ki şüphesiz gerçek yurt ahiret yurdudur.

“O güzel son, babalarından, eşlerinden ve çocuklarından layık olanlarla birlikte girecekleri adn cennetleridir. Melekler de “Sabretmeniz karşılık elde ettiğiniz esenlik daim olsun! Dünya yurdunun ardından ulaştığınız sonuç ne güzel oldu!” diyerek her kapıdan onların yanına girerler”[8] ayet-i kerimesinde Allahû Teala zorluklar karşısında sabreden inanan kullarını müjdelemektedir. Müslüman yaşadığı şey ne kadar güç olursa olsun imanının gücüyle ayakta kalacaktır. Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün müminin bela ve musibetler karşısında güçlü duruşunu ifade ettiği bir hadisi şerifte şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

Mümin yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır. (Fakat yıkılmaz), rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de böyledir. O bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kafir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman bir defa da söküp devirir.[9]

Demek ki Müslüman rüzgâr şiddetle eserken eğilse düzelemeyeceğini, ayağa kalkamayacağını düşünse de hava sakinleşip güneş açınca Allah’ın izniyle ayağa kalkacaktır. Çünkü o yerin ve göğün Rabb’ine iman etmekte, ona dayanmakta, ona güvenmektedir. Bizler de başımıza gelen bu zor durumda Allah’ı kendimize dost bilerek, Rasûlüllah ve ashabının savaş zamanlarında, zorluk anlarında buyurdukları gibi “Hasbunallahu ve ni’mel vekil”[10] (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyerek Yaradan’a sığınmalıyız. Hz. Peygamber’in yaptığı gibi Allah’a el açmalı, O’na yönelmeliyiz.

başak

Nitekim Hz. Peygamber’in bela ve musibetler karşısında şöyle dua etmeyi tavsiye ettiği rivayet olunmaktadır; “Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz. Allah’ım başıma gelen musibetin mükafatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.”[11] Yine Allah Rasûlü’nün bela ve musibetlerden sığınmak için de şu duayı ettiği rivayet olunur:

Allah’ım! Yıkıntı altında kalmaktan sana sığınırım, yüksek yerden düşmekten sana sığınırım. Suda boğulmaktan ve yangından sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın gelip beni aldatmasından, senin yolunda savaş esnasında düşmandan kaçarken ölmekten ve zehirli hayvanların sokmasıyla ölmekten sana sığınırım.[12]

Evet şu an zor bir süreçten geçiyoruz. Ama unutmayalım ki Rabbimiz “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”[13] buyuruyor. O halde bu sıkıntının ardından da muhakkak bir ferahlık gelecek, selamet kapısı açılacaktır. Hayat zıtlıklarla kaimdir. Dolayısıyla sürekli sevinç olmayacağı gibi sürekli keder de olamaz. Ne dem bâki ne gam bâki…Bizler aciz varlıklar olarak kederin mi sevincin mi bizim için hayır olduğu da bilemeyiz. “Sizin hayır sandıklarınızda şer, şer sandıklarınızda hayır vardır.”[14] buyurulmaktadır. Kim bilir büyük bir felaket olarak gördüğümüz, yüreklerimizi yakan bu tarifsiz acımızda da belki bizim için bir hayır gizlidir.

O halde bize düşen bu acıdan ders çıkararak tedbiri elden bırakmamak, gerekli tedbiri aldıktan sonra da Rabbimize sığınıp, O’na yönelmek olmalıdır. Yani kendimize maddi, manevi çeki düzen vermektir. Bu vesileyle depremde hayatını kaybeden kardeşlerimize bir kere daha Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı, yaralılarımıza acil şifalar diliyor, bir daha böyle büyük acılar yaşamamayı temenni ediyoruz. Selam ve dua ile…

Yazımızın ardından Bi Dünya Haber Youtube Kanalımızdaki Amerikalı Vaiz Ömer Süleyman’ın depremlerin hikmetini anlattığı videosunu izleminizi şiddetle tavsiye ediyoruz. Videoyu için aşağıdaki linke tıklayın, iyi seyirler…

Dipnotlar:

  1. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, (Ankara; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2015), 3/305.
  2. Ebü’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc Müslim, el-Câmi’us-sahih nşr. Muhammed Fuâd Abdülbaki (Kahire y.y., 1374-1375/1955-56), Fezâil, 3. 
  3. Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, (thk. Şuayb el ve Adil Mürşid) (Beyrut: Müessetür’risale 1995), 5/79, 271.
  4. Kur’ân Yolu (Erişim 02.03.23), Hûd 12/66.
  5. Kur’ân Yolu, (Erişim 03.03.23.), Yunus 11/44.
  6. Kur’ân Yolu (Erişim 02.03.23), el-Bakara 1/155.
  7. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, 1/617.
  8. Kur’ân Yolu (Erişim 02.03.23) Ra’d 13/23-24.
  9. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, 1/611.
  10. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, 3/313.
  11. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, 5/11.
  12. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hadislerle İslam, 1/168.
  13. Kur’ân Yolu (Erişim 02.03.23) İnşirah 30/5-6.
  14. Kur’ân Yolu (Erişim 02.03.23) el-Bakara 1/216.

Kaynakça

  1. Karaosman, M. (2020). Kur’ân’dan Hareketle Doğal Âfetlerin ve Salgın Hastalıkların İlahî Bir Ceza Olarak Nitelendirilmesi Sorunu. Tefsir Araştırmaları Dergisi, 98-120.
  2. Müftüoğlu, M. (2020). Kur’ân-ı Kerim’e Göre Bela ve Musibetler Karşısında İnsanın Durumu ve Manevi Değerlerin Önemi. Rumeli İslam Araştırmaları Dergisi, 8-27.
  3. Yıldırım, S. (2020). Hz. Peygamber’in Afet Zamanlarındaki Tutumu. F. Karaman içinde, Afet İlmihali (s. 239-250). Malatya: İnönü Üniversitesi Yayınları.
  4. Diyanet İşleri Başkanlığı. Hadislerle İslam. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu