İslam Şehirleri

İslam Şehirleri: Medine

İslam şehirleri serisinin bu yazısında Resullerin şahı, alemlerin sultanı Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) gelişiyle şereflenen, dünyaya medeniyeti öğreten mukaddes şehir Medine yer alıyor. Kâinatın efendisine ve güzide ashabına kucak açan, İslam’ın nuruyla parlayan kutlu şehir… İslam’ın filizlenip kök saldığı dünya tarihinin akışını değiştiren ilk başkentimiz Medine… Şimdi hazırsanız isminin zikriyle Ümmet-i Muhammed’in kalbini titreten mübarek topraklara, Medine’ye doğru kutlu bir yolculuğa çıkıyoruz. Bereketli okumalar dileriz…

İslam’ın Kutsal Beldesi

Arap yarımadasının batısında, Hicaz bölgesinde yer alan Medine, Müslümanlar nezdinde Mekke’den sonraki en kutsal ikinci şehirdir. Müslümanların ilk başkenti olma özelliğine haiz olan şehir, İslam Tarihi’nde daima müstesna bir konuma sahip olmuştur. Mekke’nin Hz. İbrahim tarafından harem kılınması gibi, Medine de hicretten sonra Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından “harem” kabul edilmiştir. Bu sebeple Mekke ile birlikte Haremeyn olarak anılagelmiştir. 

Medeniyetin Doğduğu Şehir 

Medine’nin İslamiyet öncesi dönemdeki bilinen en eski ismi Yesrib’ti. Mezkûr ismin, buraya yerleşen ilk kişi olduğu rivayet edilen Yesrib b. Vâil b. Kâyine b. Mehlâbil’den geldiği düşünülmektedir. Müslümanlar Medine’ye hicret ettiklerinde Hz. Peygamber “zarar vermek, karıştırmak, kötülemek” gibi menfî manalara gelen Yesrib ismini “hoş, güzel” anlamlarını ihtiva eden “Tâbe”, “Taybe” olarak değiştirmiştir. İslam kaynaklarında şehrin kutsiyetine ithafen Tayyibe, Miskîne, Azrâ, Mahabba, Mahcûbe gibi adlandırmalar da yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Medine için zikredilen “dâr” kelimesinden hareketle “Dârülhicre”, “Dârülîmân”, “Dârüssünne” de kullanılmıştır. Ancak şehir daha ziyade Medine ismiyle şöhret bulmuştur. Çünkü Resûl-i Ekrem’in teşrifiyle, tarihinde büyük bir dönüşüm yaşamış ve medeniyetle tanışmıştır.

Yesrib topraklarında filizlenmeye başlayan İslam medeniyeti, tıpkı bir güneş misali tüm dünyaya buradan yayılmıştır. Böylelikle Yesrib ismi tarihe karışarak Allah Rasulü’ne nispetle “Medînetü’n-Nebî” ve “Medînetür-Rasûl” olarak anılmaya başlamıştır. 

Medine

Medine’nin Coğrafi Özellikleri

Medine Taif ve Mekke ile birlikte Hicaz bölgesinin en önemli şehirlerindendir. Mekke’nin 350 km kadar kuzeyinde olup deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i Şerif’te 619 metredir. Şehrin kuzeyini Uhud, güneyini Âir dağları, doğusunu Vâkım harresi (volkanik lav akıntısı), batısını Vebere harresi kuşatmaktadır. Etrafı volkanik kayalarla çevrili olan Medine, geçmişte zaman zaman volkanik olaylara şahit olmuştur. Nitekim İslam Tarihi kaynaklarında Hz. Osman döneminde “Hicaz Ateşi” olarak kayda geçen lav püskürtmelerinden söz edilmektedir. Medine su kaynakları açısından da oldukça verimlidir. Bu sebeple Mekke’ye nazaran ziraata daha elverişlidir. Kısmen verimli topraklara sahip olan şehirde çokça bağ, hurma ve meyve bahçesi bulunmaktadır. 

Bugünkü Medine 

5 Aralık 1925 tarihinden itibaren Suûdî yönetimine dahil olmuş olan Medine, bugün Suûdî Arabistan Krallığına bağlı şehirlerden biridir. Tarihi boyunca Mescid-i Nebevî etrafında şekillenmiş bir şehir olan Medine, sahip olduğu petrol sayesinde 20. yüzyılda çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Öncesinde Mescid-i Nebevî çevresiyle sınırlı, dış surların ötesine geçmeyen şehir; özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hayata geçirilen planlar doğrultusunda sur dışına doğru genişlemiştir. Şehrin mekânsal açıdan büyümesi nüfusun da buna paralel olarak artmasına sebep olmuştur. Medine bugün iki milyona yakın nüfusuyla Mekke ve Riyad’dan sonra Suûdî Arabistan’ın en kalabalık üçüncü şehridir. Şehrin %90’nını Arap Müslümanlar oluşturmakta, yaygın dil olarak ise Arapça konuşulmaktadır. 

Bugünkü Medine

İslamiyet Öncesi Medine

Medine tarihinin başlangıcıyla alakalı net bilgiler mevcut değildir. Ancak şehre yerleşen ilk topluluğun Amâlika kavmi olduğu düşünülmektedir. Rivayetlere göre Yesrib’e ilk Amâlika kavminden Amelâk b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh ya da aynı kabileden Yesrib b. Vâil b. Kâyine b. Mehlâbil gelmiştir. Yahudilerin Medine’ye yerleştikleri tarih konusunda muhtelif görüşler söz konusudur. Bu yerleşimi Hz. Musa dönemine kadar götürenler vardır. İslam Tarihi kaynaklarında bu görüşü destekleyen rivayetler bulunduğu gibi, Tevrat’ta da bu minvalde ifadeler yer almaktadır.

Bir diğer görüşe göre ise Yahudiler, milattan önce 587’de Babil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedini yıkarak onları şehirden sürmesi üzerine Medine’ye gelip yerleşmişlerdir. Bununla birlikte Yahudiler’in Medine’ye gelişini milattan sonra 70 yılında Roma İmparatoru Titus’un Kudüs’ü ele geçirmesiyle irtibatlandıranlar da vardır. Netice olarak Medine’ye yerleşen Yahudiler zamanla burada güçlü bir konuma yükselerek Amâlikalıları çıkarmış ve şehre hâkim olmuşlardır.

Şehrin diğer sakinleri Evs ve Hazrec’in Medine’ye anavatanları Yemen’den Me‘rib seddinin taşmasından sonra muhtemelen miladi 5. asırda yerleştiği tahmin edilmektedir. Evs ve Hazrec kabileleri başlangıçta Yahudiler’e tabi olarak hayatlarını sürdürmekteydi. Evs, Benî Kureyza ve Nadiroğullarıyla ittifak halindeyken Hazrec, Kaynukaoğullarının yanında yer almaktaydı. Ancak Hazrecliler, Gassanîler ve diğer Arap kabilelerden aldıkları destekle zamanla Yahudiler’e karşı üstünlüğü ele geçirdiler. Medine’deki hakimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçince Yahudiler iki kabileyi birbirine düşürme politikası izlediler. Böylelikle yüz yılı aşkın bir süre bu iki Arap kabilesi arasında savaşlar bitmek bilmedi. Bunların sonuncusu olan Buas Savaşı Müslümanların lehine neticeler doğurdu ve İslam’ın Medine’de filizlenmesinin yolunu açtı. 

Medine

Hz. Muhammed’in Nuruyla Aydınlanan Şehir: Medine-i Münevvere

Kureyş’in Müslümanlara uyguladığı ambargo ve akabinde Ebû Talib’in vefatıyla birlikte Mekke’de İslam giderek yaşanılamaz bir hal almıştı. Mekkelilerin baskılarına karşı yeni bir hicret yurdu arayışına giren Hz. Peygamber (s.a.v), Taif’ten de beklediğini bulamamıştı. Bu sırada Evs ve Hazrec’in düşmanlıklarıyla çalkalanan Yesrib, İslam’a bir umut ışığı olacaktı. Hz. Peygamber, Hac için Mekke’ye gelen Arap kabilelerine İslam’ı anlatıyor, onları hak dine davet ediyordu. Fakat Araplar bu davetle pek fazla ilgilenmiyorlardı. 620 yılında Mekke’ye gelen altı Hazrecli genç ise bu davetten etkilenmiş olacak ki İslam’ı benimsemişlerdi. Bu altı Hazrecli gencin Müslüman oluşu İslam’ın Medine’deki ilk nüvesini teşkil edecekti. Zira memleketlerine gittiklerinde İslam’ı Medine’de duymayan ev kalmamıştı.

Gelecek yıl on iki kişilik Medineli bir grup Akabe mevkiinde Allah Rasûlü ile görüşmeye gelerek Müslüman olduklarını ikrar ettiler. Peş peşe senelerde gerçekleşen Akabe Biatları, İslam tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuş, böylelikle İslam Medine’de neşvü nema bulmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in Yesrib’e teşrif etmesiyle Yesrib, Arap yarımadasının sıradan bir şehri olmaktan çıkmış ve dünya tarihine yön veren kutsal bir şehir olmuştu artık. Dahası o artık Yesrib değil, Medine-i Münevvere olmuştu. Rasulullah’a ve ashabına kucak açan kutlu bir şehir olmuştu.

İslam Medine’de devletleşme imkânı bulmuştur. Bu açıdan Medine’nin İslam tarihindeki konumu çok özeldir. Medine, Müslümanların Mekke’nin aksine güçlü oldukları ve İslam toplumu kimliğini ortaya koydukları bir dönemi ifade eder. Burada Müslümanlar özgürce ibadet etme imkânı bulmuşlar ve mescid merkezli bir şehir ortaya koymuşlardır. İslam devletinin ilk başkenti olan Medine tarihi süreç içerisinde fethedilen tüm İslam şehirleri için yegâne örnek olmuştur. 

Ecdadın Hizmet Ettiği Topraklar

Medine

Medine, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferleri sonunda Osmanlı hakimiyetine girmiş ve Osmanlı’nın himayesinde olduğu zaman dilimi boyunca bazı ufak çaplı hadiseler dışında genel olarak huzurlu günler geçirmiştir. Kutsal topraklara hizmeti bir şeref olarak gören ecdadımız, Medine’yi tehdit eden bedevi saldırılarını önlemeye yönelik gerekli tedbirleri almış ve öncelikli olarak şehir halkının refahını ön planda tutmuştur. Kendilerini “Hadımü’l-Harameyn” olarak vasıflandıran Osmanlılar; Medine’nin Memlükler zamanındaki ayrıcalıklı statüsünü değiştirmemiş, Mekke Emirliğine bağlı konumunu devam ettirmişlerdir.

Medine 18. yüzyılda İbn Suud taraftarlarının ortaya çıkışına kadar sakin, huzurlu bir coğrafyaydı. Önceleri dini bir hareket olarak başlayan Vehhâbîlik, Suud ailesinin benimsemesiyle siyasi bir boyut kazanmıştı. Suûdîler Mekke’den sonra 1805 yılında Medine’yi işgal ederek, halka kendi akidelerini benimsemeleri karşılığında eman verdiler. Bunun üzerine şehri Vehhâbî tehlikesinden kurtarmak için Osmanlı Devleti harekete geçti ve netice olarak 1812 yılında Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Tosun Paşa kumandasında şehir geri alındı.

Hem başkent İstanbul hem de Mısır’da büyük kutlama törenleri yapıldı. Her ne kadar sıkıntılı süreçlerden geçmiş olsa da I. Dünya Savaşı’na değin Osmanlı’nın hakimiyetinde olmaya devam eden Medine, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla birlikte resmi olarak Osmanlı’dan koparıldı. 5 Aralık 1925 tarihinde Suûdîlerin eline geçmesiyle Medine, ecdadımızın gölgesinde geçirdiği günlere veda etmiştir. 

Medine’nin En Önemli Kutsal Mekanları

Peygamber Mescidi: Mescid-i Nebevî

Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi

Bizzat Hz. Peygamber tarafından inşa edilen iki mescidden (Kubâ Mescidi) biri olan Mescid-i Nebevî, İslam’ın en faziletli mescitlerinden biridir. Mescid-i Nebevî Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde devesi Kusva’nın ilk çöktüğü yer olan, iki yetim kardeşe ait boş araziyi satın alma suretiyle inşa edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de doğrudan geçmemekle birlikte “ilk günden takva üzerine kurulan mescid” ayetinde kastedilen mescidin Mescid-i Nebevî olduğu düşünülmektedir. 622 senesinin Rebiülevvel ayında başlayan inşası 623 yılının Şevval ayında tamamlanmıştır. Temeline ilk taşı koyan Hz. Peygamber (s.a.v), ashabıyla birlikte mescidin inşasında çalışmaktan geri durmamıştır.

Mescid-i Nebevî ilk inşa edildiğinde son derece basit, sade ancak fonksiyonel bir yapıydı. Üç kapısı olan mescidin doğu duvarının güney kısmına Hz. Peygamber’in (s.a.v) eşlerinden Âişe ve Sevde (r.a.)’nin odaları bina edilmiş, daha sonra bu odaların sayıları dokuza çıkarılmıştır. İlk inşasında kıblesi Kudüs’e doğru olan mescidin kıblesi hicretten on altı veya on yedi ay sonra Kabe’ye çevrildi.

Mescid-i Nebevî, hicretin yedinci yılı Hz. Osman tarafından mescide bitişik bazı yerler satın alınmak suretiyle genişletildi. Hulefâ-i Râşidîn döneminde Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetinde Müslümanların sayısının artması mescidin yeniden genişletilmesine sebep oldu. Bundan sonra Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında mescidin imarı için Bizans imparatorundan ustalar getirildi. Mescid üç tarafından genişletilerek hücre-i saadet Mescid-i Nebevî’nin içerisine alındı. Bu imar faaliyetinde niş tarzı mihrap, minare ve şerefe üç yeni unsur olarak eklendi.

Mescid-i Nebevi

Mescid-i Nebevî Abbasiler ve akabinde Medine’ye hâkim olan Memlükler zamanında da çeşitli onarımlara, genişletme faaliyetlerine sahne oldu. Kendilerini Medine’nin hizmetkarı olarak gören Osmanlılar Medine’ye hâkim olduktan sonra, Medine’nin en önemli yapılarından olan Mescid-i Nebevî için gerekli imar faaliyetlerinde bulundular. Özellikle Sultan Abdülmecid zamanında Mescid-i Nebevî büyük bir imardan geçerek tamamı yenilenmiştir. Padişahın emriyle 1851 senesinde başlayan imar faaliyetleri 1861 yılında tamamlanmıştır. Suûdîler döneminde ilk kez 1949’da başlayıp, 1955 senesinde tamamlanan genişletme faaliyetinde Sultan Abdülmecid’in gerçekleştiği imar planına sadık kalınmıştır.

Mescid-i Nebevî’nin tarihindeki en büyük imar ve genişletme faaliyeti ise 1984-1994 yılları arasında gerçekleşmiştir. Böylelikle mescid 650.000 kişinin aynı anda namaz kılabileceği 400.000 m2 alana ulaşmıştır. Tarih boyunca çeşitli onarımlardan, imarlardan geçen bu kutsal mescid, bugün binlerce Müslümanı manevi atmosferinde ağırlamaya devam etmektedir.

Rasulullah’ın Kabr-i Şerif’inin Bulunduğu Cennet Bahçesi: Hücre-i Saadet 

Mescid-i Nebevî inşa edilirken Rasulullah’ın hanımları Hz. Âişe ve Sevde için doğu duvarının güney kısmında iki oda ayrılmıştı. İşte Hz. Muhammed (s.a.v) son günlerini Hz. Âişe’nin bu odasında geçirmiş, bu odada vefat etmiş ve Hz. Âişe’nin hücresine defnedilmiştir. Resul-i Ekrem’in defnedilmesiyle birlikte bu oda; hücre-i saadet, hücretüş-şerîfe, el-hücretü’l-mukaddese gibi isimlerle anılmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in sadık dostu Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de buraya defnedilmiştir. Hücre-i Saadet, Medine’ye gelen Müslümanların “Beni vefatımdan sonra ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibidir.” rivayeti mücibince en çok ziyaret etmek istediği müşerref mekanlardan biridir. 

İlk Mescidimiz: Kubâ Mescidi

Ashaptan Medine’ye ilk hicret edenler Amr b. Avfoğullarına ait bir hurmalığı mescid haline getirmiş, burada ibadet ediyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) Kuba’ya gelince burayı genişleterek Müslümanların ilk mescidi olan Kubâ Mescidini inşa etti. Sahabeyle birlikte mescidin inşasına bizzat katılan Hz. Peygamber (s.a.v), ilk taşı da kendi eliyle koydu. Mescidin Ammâr b. Yâsir tarafından tamamlandığı rivayet edilmektedir. Bu sebeple Ammâr, İslam tarihinde ilk mescid bina eden kişi olarak zikredilmektedir. Hadis kaynaklarında çeşitli faziletlerinden söz edilen Kubâ Mescidine Resûl-i Ekrem bazen Cumartesi, bazen de Pazartesi ve Ramazan’ın ayının 17. günü namaz kılmak için gelirdi. Allah Rasulü’nün Kubâ Mescidinde namaz kılmayı umre yapmaya eş değer gördüğü de rivayet edilmektedir.

Kuba Mescidi
Kuba Mescidi

İki Kıbleli Mescid: Mescid-i Kıbleteyn 

Medine’nin kuzeybatısında Mescid-i Nebevî’ye 5 km uzaklıkta bulunan mescidin ilk adı bölgede ikamet eden kabileye nispetle Benî Selime Mescididir. Allah Rasulü’nün burada öğle veya ikindi namazını kıldırdığı sırada kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrildiği ayetlerin nazil olması üzerine “iki kıbleli mescid” anlamına gelen “Mescid-i kıbleteyn” ismini almıştır. Ömer b. Abdilaziz’in Medine valiliği zamanında Hz. Peygamber’in namaz kıldığı tüm mescitler yenilenirken, Kıbleteyn mescidi de yenilenmiştir. Ömer b. Abdilaziz’den sonra kapsamlı imar Kanunî Sultan Süleyman zamanında olmuştur. 1901 yılında harap bir vaziyette olduğunu öğrendiğimiz mescid, 1987 tarihinde Suûdî hükümeti tarafından genişletilerek tamir edilmiştir.

Mescid-i Kıbleteyn
Mescid-i Kıbleteyn

İlk Müslüman Mezarlığı: Cennetü’l Bakî

Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Medine’de Müslümanlar için kurulan ilk mezarlıktır. Allah Rasûlü Bakî denilen bu alanı mezarlık olarak belirlemeden önce “garkad” adı verilen bir tür çalılıklarla kaplı bir yerdi. Hz. Peygamber oğlu İbrahim’i de defnettiği mezarlığa zaman zaman gelir, dua ederdi. Burada medfûn bulunan Hz. Osman’ın kabri üzerine Selâhaddîn Eyyûbî tarafından kubbeli bir türbe yapılmıştır. Yine Hz. Hasan ile Hz. Abbas’ın kabirlerine de Müsterşid Billâh’ın emriyle iki kapılı yüksek bir kubbe ve türbe inşa edilmiştir. 1806 yılında Suûd b. Abdülaziz Medine’yi işgal edince Cennetü’l Bakî’de bulunan tüm mezarları yıkmıştır. Her ne kadar II. Abdülhamid döneminde bu mezarlar yeniden inşa edilse de 1926 yılında Suûdîler tarafından tekrar yıktırılmıştır. Bugün Cennetü’l Bakî’de hiçbir mezarlık ve türbe bulunmamaktadır.

Cennetü'l-Baki
Cennetü’l-Baki

Sultan Abdülhamid’in Yadigarı: Medine Tren İstasyonu

Sultan II. Abdülhamid’in en büyük hayallerinden biri olan Hicaz demiryollarının son durağı Medine Tren İstasyonu, 1908 yılında resmi bir törenle açılmıştır. Tren istasyonu her ayrıntısıyla Osmanlı zarafetini yansıtan abidevi bir yapıdır. Gar, hacıların ilk olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz’i selamlayabilmesi için trenden inenlerin yönü Ravza istikametinde olacak şekilde inşa edilmiştir. Abdülhamid’in Resûl-i Ekrem’e gösterdiği hürmetten ötürü Hz. Peygamber’in ruhaniyeti rahatsız olur endişesiyle Medine’deki raylara keçe döşenmiştir. Sultan Abdülhamid’in tahtan indirilmesiyle kesintiye uğrayan proje, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesiyle tamamen sona ermiştir. Bugün istasyon binası “Hicaz Demiryolu Müzesi” olarak kullanılmaktadır. 

Medine Tren İstasyonu
Medine Tren İstasyonu

Medine’nin Yedi Fakihi: Fukaha-i Seb‘a

Medine, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanlar için bir ilim yuvası olmuştur. Sahâbe ve tâbiîn döneminde de bu özelliğini devam ettiren şehir, çok sayıda alim yetiştirmiştir. İslam hukuk terminolojisine “ameli ehl-i Medine” kavramını kazandıran Medine’den birçok fakih çıkmıştır, ancak bunların yedi tanesi ayrıca şöhret bulmuştur. Bunlar; Urve b. Zübeyr b. Avvâm, Saîd b. Müseyyeb, Ubeydullah b. Abdullah, Hârice b. Zeyd, Süleyman b. Yesâr ve Kâsım b. Muhammed b. Ebû Bekir’dir. Bu altı fakih hakkında ittifak olmakla birlikte, yedincisi hususunda farklı görüşler vardır. Yedinci fakihin Ebû Bekir b. Abdurrahman, Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf veya Sâlim b. Abdullah b. Ömer olduğu düşünülmektedir.

Fukaha-i Seb‘a fıkhi görüş ve metotlarıyla Medine fıkıh ekolünün oluşmasına büyük katkı sağlamıştır. Irak fıkıh ekolünün aksine, Medineli fukahaya önderlik eden fukaha-i seb‘a; hüküm bulunmayan konularda reyle hareket etmek yerine maslahatı  tercih eder, farazi hususlarda fetva vermekten sakınırdı. 

Medine yazımızı burada sonlandırırken tüm okurlarımızın kâinatın en sevgilisinin, Ensarın ve Muhacirinin kutlu şehrine kavuşmasını Rabbimizden niyaz ediyor ve cümlelerimizi Nabi’nin meşhur Medine manzumesiyle noktalıyoruz. 

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dur bu

Nazargâh-ı İlahî’dür makâm-ı Mustafâ’dur bu 

Kaynak
Türkiye Diyanet Vakfı İslam AnsiklopedisiTürkiye Diyanet Vakfı İslam AnsiklopedisiTürkiye Diyanet Vakfı İslam AnsiklopedisiTürkiye Diyanet Vakfı İslam AnsiklopedisiTürkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu