Röportaj

Mekanlar da Konuşur, Peki Nasıl Duyacağız? – Ömer Faruk Deliktaş ile Röportaj

Mekanları görünenden ibaret sanıp maneviyatını işitmedikçe; içinde saklı bulunan irfan, fazilet, ahlak, hikmet gibi nice nimeti kaybederiz. Her köşeden bir ses yükseliyor adeta, bir çağrı var duymamız gereken, bizse nesilden nesile emanet edilen bu mirası dinleyip aktarmak yerine düşmüşüz sanki anın derdine. Görmüyoruz baktığımızdakinin derununu. Bazen bizimle halleşen camileri anlamıyor, dertleşmek için çağıldayan çeşmeleri duymuyor, seslenen taşları dinlemiyoruz kulak verip. Ne hazinelere bigane, ne hakikatlere cahil kalıyoruz kim bilir. Ahlakı ve anlayışıyla, zarafeti ve inancıyla ak bir tarihimiz var, hamdolsun. Bunu anlamaya ve nakletmeye çalışmak da bir vefa borcu bizler için.

Mesele ciddi o zaman. Çünkü vefa, imandan… Ve işte bu konuda bize yardım etmeye hazır olan, geçerken duymadığımız o seslere tercüman olmayı vadeden kıymetli tarihçilerimizden biri Ömer Faruk Deliktaş. Kendisini tanımak için hazırladığımız röportajı istifadenize sunar ve daima kadir kıymet bilenlerden olmayı niyaz ederiz.

Öncelikle sizi sizden dinlemek isteriz. Bir tarihçi olduğunuzu biliyoruz fakat bir tarihçiden fazlası olduğunuzu da biliyoruz. Siz nasıl tanıtırsınız bize kendinizi?

İnsanın kendini tanımlaması başlı başına büyük bir soru. Ama bu sorunun derinliğinden sıyrılabildiğimde kendimi “merak” kelimesi ile baş başa buluyorum. O kelime ki beni bambaşka okumalar, araştırmalar yapmaya sevk ediyor ve bazılarınca hoş görülmeyen ‘her şeyden az çok bilen biri’ olmaya doğru seyahatimi sürdürüyor. “Seyahat” de kendimi tanımladığım kelimelerden birisi. Erken yaşlarda kendimi tanımaya, keşfetmeye doğru yaptığım seyahatler, zamanla dünyayı ve farklı milletleri tanımaya doğru sevk etti beni. Bu sevk olunuş, rehberlikle tanımaya çalıştıklarımı tanıtmak durumunda kalmamla daha zengin bir hal aldı. Bu halin heyecanını her seyahatimde hissederim.

Rehberlik

Bu işe gönül verdiğiniz belli, ilginiz tam olarak nereye dayanıyor? Nasıl keşfettiniz bu keşfetme iştiyakınızı?

Keşif insanın tabii ilerleyişinin olmazsa olmazlarından. Her insan bu süreci yaşar. Fakat sürecin arzu ile devam edebilmesi için sizi daima heyecanlandıran unsurlar bulmalısınız. Şehirlere olan alakamı ilk keşfetmem, lise yıllarımda art arda üç sene katılmış olduğumuz İstanbul Bilgi ve Kültür Yarışmaları sayesinde olmuştur. Orada peş peşe elde ettiğimiz dereceler ve hazırlık süreçlerindeki İstanbul araştırmaları, şehirlerin de dile gelebildiklerini çok güzel bir şekilde öğretti bana. Ve karşımda her bir sokağında beni heyecana gark eden, her an sürprizlerle şaşırtan bir şehir görünce okumalarım gezilerle daha da somutlaştı.

Kendi başıma dolaştığım sokaklarda hissettiğim o derin hazzı insanlarla paylaştığımda ise onların göz bebeklerinde görmüş olduğum parıltılar enerjimi daima diri tutabilmemi sağladı. Bu şehrin her bir taşını insanlara tanıtmalıyım diyerek böyle bir yola girdiğimi söyleyebilirim. Şehirden kastım ilk gözağrım olan İstanbul ve belki daha özeline indirmek gerekirse Üsküdar. Daha sonrasında bunlara Saraybosna, Kudüs, İsfahan gibi şehirler eklendi. Daha nice şehri dile getirebilmek yolunda çalışmalara devam ediyorum.

Çeşitli STK’larla farklı başlıklarda birçok program düzenlediniz. Alandaki eksikliğimiz sezilmiş olmalı ki bunca kurum bu çabaya girişiyor. Peki sizce hata nerede ki bizler hâlâ tarihimizi benimseyemiyor, ondan kopuk yaşıyoruz? Çözüm olarak ne önerirsiniz?

Bu aslında geçmişimize duyulan alakanın bir neticesi. Ancak bu alaka ile birlikte tarihimizle kurulmaya çalışılan bağ ne kadar sıhhatli ondan emin değilim. Naziler tarafından öldürülmüş olan Fransız sosyolog Maurice Halbwachs’ın Kolektif Bellek isimli güzel bir eseri var. Herkese okumasını tavsiye ederim. Toplumların geçmişle bağlarını oluşturan hafızayı sorgulayan bir eser. Bizim de tarihimizle alakalı oluşturulan suni kopukluklar toplum hafızamızda pek çok tahribata yol açtı. Bu tahribatın izlerini narkozla bayıltılmış bir hastaya benzetir bir üstadımız. Narkozun tesirlerinden kurtulan bir toplumun adeta peş peşe sorular sormasına benziyor bu çaba. Ancak sorulara doğru cevap verebilirsek tarihimizle, geçmişimizle sağlıklı bir bağ kurabileceğiz. Aksi takdirde İstanbul’un fethinin yıldönümlerinde ve sair zamanlarda mehter marşı çalmaktan öte bir şey yapamayız. Çözüme ise; doğru pencereden bakarak, hadiseleri doğru yorumlayabilecek nitelikte eserler okuyarak, araştırmalar yapmaya yılmadan devam ederek ve tarih dizilerini olduğu gibi kabul etmeyerek ulaşabiliriz.

Kesfetme istiyaki

Rehberlik ettiğiniz gruplarla çizdiğiniz rotada ilerlerken birçok eserin bilinmeyen ayrıntılarını aktarıyorsunuz. Peki gezileriniz sırasında güzergahınızda ya da gruplarınızda olanlarla ilgili hiç unutamadığınız bir anınız var mı?

Elbette. Çokça var ancak ilk anda aklıma gelen birkaçını söylemem gerekirse şöyle:

Üsküdar Selimiye Külliyesi’nin Hünkar Kasrı’nda İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi bulunmakta. Bu kütüphane biraz merkezden uzak kaldığı için neredeyse hiç ziyaretçisi yoktu. Zaten Konyalı merhumun kitaplarını bağışladığı bir araştırma kütüphanesi bu. Buraya ilk gelişim Mustafa Özdamar hocanın müdürlüğü zamanında idi. Lise yıllarımdayken Seyfettin Özege isimli enteresan bir şahsiyetin hayatını okumuş ve daha fazla bilgiyi kimden alabilirim diye soruşturduğumda Mustafa hocanın ismini duymuştum. Kendisini ziyarete gittiğimde bir kitabını da imzalayarak hediye etmişti. Hocanın ismini ne zaman gezilerde ısrarla dillendirsem, insanlara anlatmaya çalışsam kendisiyle Üsküdar’ın bir köşesinde muhakkak karşılaşmamız benim için çok hoş hatıralardandır.

Konu içerisinde başka bir konu anlattım ama ilk meseleye döneyim. Gezi grubumuzla İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi’ne muhakkak girer ve ziyaretçi defterine her birimiz isimlerimizi yazardık. Bundan birkaç yıl evvel, restorasyona girmeden önce son gidişlerimizden birinde, kütüphane görevlisi bakanlıktan yetkililerin gelip ziyaretçi sayılarını incelediğini söyledi. “Eğer sizin gruplarınız buraya gelip isimlerini yazmasaydı bu kütüphane ziyaretçisi olmadığı için kapatılacaktı.” dedi ve defalarca teşekkür etti.

Bir başka anımız da şöyle: Tekke ziyaretleri gerçekleştirirken çaysızlıktan kırılmış ve sayıklamaya başlamış bir grubu, “nasıl olsa içeri almayacaklar, dışarıdan bakıp hemen çay içmeye gideriz” diye ikna etmiş ve Nureddin Cerrahi Asitanesi’nin avlusuna girmiştik. Önce tekkenin kapısı açılmış, sonra tanıdık bir sima bir çift ayakkabıyı dışarıya koymuştu. İkinci açılışında ise tekkenin mürşidi Ömer Tuğrul İnançer Efendi çıkmış ve hepimizi tek tek selamlamıştı. Şaşkınlığımız henüz geçmemişti ki içeriye davet edildik, yetmezmiş gibi bütün odaları ziyaret edebileceğimiz de söylendi. Daha sonra da “çay içmek ister misiniz” sorusu ile meşkhanede çay lütfunda bulunmuşlardı ve arkadaşları bir rüyada olmadıklarına inandırmak zaman almıştı.

Son olarak Üsküdar’ın dokunulmamış en orijinal konağından bahsetmek isterim. Yine bir gün, yıllar boyu önünden geçtiğim bu konağın sokağından geçerken kapısını açık gördüm. Önünde de iki kişi vardı. Durumumu söyleyince “Buyurun içeriyi gezebilirsiniz.” demeleriyle kendimi koşarak içeriye atmam bir oldu. Hatta bu ziyaretin bir videosunu da yüklemiştim kanala. Daha çook hatıralar var ama şimdilik bu kadarı kâfi sanırım.

Bugün nice eser, bir bileni yok diye unutulmaya yüz tutuyor. Mezar taşları da bu anlamda kanayan yaramız. Kaybolmuşları yeniden kazanmak/kazandırmak için çabalayan bir tarihçi olarak siz neler düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?

İstisnasız her bir mezar taşımızın Osmanlı arşivlerindeki bir belgeden farkı yoktur. Bir mezar taşına bakarak o kişinin ünvanını, adını, cinsiyetini, meşhur bir sülaleden geliyorsa onu, mesleğini, maddi durumunu, eğer varsa hattatını ve kitabede yazılanın şairini, bağlı bulunduğu tarikatını vs öğrenebilirsiniz. Tüm bu verileri tarihi bir mezarlıktaki taşlara tatbik ettiğinizde ortaya inanılmaz bir doküman çıkacaktır. Asırlarca Osmanlı’ya başkentlik yapmış İstanbul, Edirne, Bursa gibi şehirlerimizde dahi bu mezarlıkların tamamının çözümlenmesi henüz yapılmış değil. Bırakalım koca şehirleri, İstanbul’un en eski mezarlığı olan Karacaahmed’in bütün adaları dahi çalışılmış değil.

Sanırım mezar taşları bahsinde değiştirmeye muvaffak olduğum nadir iş; Karacaahmed Mezarlığı Hattatlar Sofası’na yakın bir konumda bulunan, meşhur hattat Trabzonlu Ömer Vasfi Efendi’nin mezar taşıdır. Başlığı bir kenarda kendisi başka bir kenarda idi bu taşın. Üzeri de ağaçlardan dökülen yapraklarla ve toprakla kapanmıştı. El yordamıyla temizledim ve meşhur hattata ait olduğunu anlar anlamaz Uğur Derman hocamızın daima yanında bulunan kıymetli Mahmud Sami Kanbaş hocamıza fotoğrafını gönderdim. Uğur Derman hocamızın da belediye yetkilileri ile paylaşması sonucu Ömer Vasfi Efendi’nin mezar taşı tamir edilerek yeniden dikilmiş oldu.

Mekanları okumaya olan derin muhabbetinizin kitap okumak konusunda da mevcut olduğunu görüyoruz. Bilinen bir soru vardır hani, “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” diye. İkisini de bolca yapan biri olarak siz nasıl cevaplarsınız, merak ediyoruz doğrusu.

Bilinen sorunun bilinen cevaplarını vereyim öyleyse. Çok gezen çok okuyandan çok daha fazla tecrübe sahibidir. Hadiselere geniş perspektiften bakmaya ve gerçekçi olmaya daha yakındır. Ama eğer gezdiği yerlerle bir bağ kurmak ve farkına varmak istiyorsa çok okumadan bunu başaramaz. Dinlemek, okumak yerine geçer mi? Sanırım hakiki okumaların yerine asla geçmez. İnsanlar efsane uydurmayı severler ve bu efsanelerin yayılma hızı gerçeklerin yayılma hızıyla boy ölçüşemeyecek kadar hızlıdır. Okuyacağız ki avare bir şekilde değil de “farkında olarak” gezebilelim. Gezdiğimiz yerlere mana ve his katabilelim.

Bi’ Dünya Haber’de iyiden ve iyilikten söz ediyoruz. En büyük iyiliklerden biri de kadirşinaslık aslında. Değerlere pek de değer verilmeyen bir devirde, çalışmalarınız; elimizdekinin, gözümüzün önündekinin, yolumuzun kesiştiği yahut geçmişimizin değdiği her köşenin kadrini bilmek gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Teşekkür ederiz.

Estağfirullah ben teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu