Şam’dan Kudüs’e Kalbimde Ramazan
Ramazan-ı Şerif’in mayıs ayına geldiği bir zaman, arife gününde dünya yolculuğum başlamış. Ağaçların bütün zarafetiyle çiçeğe durduğu bir yayla evinde, oğlunun bir kızı olduğunu öğrenen dedem, “Hayrın ve neşenin müjdesi olan ‘arife’ gününde doğanın hakkı arife olmaktır.” ferman buyurunca hem bahara hem de Ramazan’a aşina bir ruhla yürüdüm her yaşımı. Baharı memleket, Ramazan’ı yurdum belledim. O yüzdendir ki vatanım bahar, bayrağım çiçekler, beni güvenle sarıp sarmalayan, ılgın ılgın tüten ocağım Ramazan’dır.
Yemek seçmenin ayıp ve dahi günah olduğunu öğrendiğim yaşlarda, yemeğin yendiği vaktin seçilmişliğini, o sofraya nail olmanın, şereflerin en yücesi olduğunu belledim anne-babamın sahura parmak uçlarında kalktıklarını gördüğümde. Bir çocuğun gözlerini sürmeleyen uykuya ilk gücenmesi değildi elbet onları suçüstü yakaladığımda.
Sahurun kaçak misafiri, gün boyunca annesinin gözetiminde dayanıklılığına hayret edildikçe devleşen iradesiyle, akşamın en gözde bekleyenidir. İftar neşesi olgun bir sessizlikle hanelere dolarken minareden yükselecek ezan sesinin habercisi, bir musikiyle “ezan okundu” diye en kutlu haberi taşıyacak olan küçük saim olacaktır. Komşular arasında dolaşan tabaklar ona emanet edilecek, paylaşmanın ışıltısını gözlerden öğrenecektir. Yoksula, yorguna, düşküne, hamileye ve daha nerelere gitmeli tabak? İnsanlığı asırlar boyunca taşıyacak olan bu taşımalar bir muallim maharetiyle kalbine işleyecektir. Boş gelmeyen tabaklara şahit olmak bereketin ne olduğunu bildirecektir. İftar davetlerinin neşesi, sahurda yanmayan komşu ışığının bekçisi, aşı pişenin pişmeyenin hamisi.. Ramazan her şeyiyle ne yakışacaktı dünyaya. Bütün mahalle toplanıp teravihe gittiğinde mahallenin bekçileri bizler, gözlerimizi hasretle büyümeye dikecek gıpta ile o uzun neşeyi bekleyecektik.
Ramazan yurdum, bahar memleketimdir. Dünyaya açılan gözlerimin annemden sonra ilk şahitliğidir ikisi de. Ramazan’ın koynunda büyüyen ömrüm, bahar bahar iz sürer dünyada. Her sene göklerde hilalin ilahi bir haberci gibi parlamasıyla gelen Ramazan, arife büyüdükçe büyüyecek, anlamı derinleşecektir.
Dedim ya, Ramazan’ı yurdum belledim. Konar göçer aidiyetiyle nerede yetiştiysem orada ihya oldum. Bir keresinde Şam’da yetiştim ona. Emevi Camii’nin minarelerinden yükselen ezan sesleri ulaşabildiği her köşeyi cilalarken, yeşil ışıklarla bezeli türlü türlü minarelerden yükselen sesler peşi sıra koşturuyordu. Balkonlardan parlayan fenerler, sokakların coşkunluğu, tatlı dükkanlarından yükselen mis gibi koku bir sızı gibi hatıralarımda. Hamidiye Çarşısı’ndan geçerdim Emevi Camii’nden sonra. Bektaş’ta bir dondurma ile taçlandırırdık geceyi. Selamın açmayacağı kapı, Müslümanlığın yetmediği zamanı yoktu Şam’da Ramazan’ın. Misafirin misafiri en sevdiği, ev sahibinin ikisini de memnun etmeyi şiar bildiğiydi. Enstrümanları henüz bulunmamış bir musikinin hakkını verecek bir kulaktı Şam ehli. Kapı eşiğinde beklerler, bir suyla da olsa misafire ikram etmenin şerefini kollarlardı. Türlü türlü sofralarda ne yemiştim unuttum elbet. Unutamadığım, kimlerle ve nasıl yediğimdi. Günün mührü beyaz namaz kıyafetleri ile misk kokuları eşliğinde kıldığım teravihlerdi. Çocuk gözlerimi diktiğim o uzun neşeyi, Şam’ı bilmeyenin, idrak etmesinin mümkün olmadığı havasında buluvermiştim. Ah o neşe..
Dedim ya, baharı memleketim belledim. Bir gün bahar bana Ramazan’la birlikte geldiğinde beldelerin en güzeli desem güzelin ar edeceği Kudüs topraklarında geldi. Zeytin ağaçlarının koynundan nazlı nazlı yükselen şafak tüm bereketiyle Filistin topraklarına bağdaş kuran Ramazan’ın nur yüzünü açıyordu. Vatan hududuna her bir mümin, taş taşır gibi tüm inancıyla köşeleri tutmuş. Yarı acele sahuru eda ederken, ömürlerine, vatanlarına, Aksa’ya bereket dileniyorlardı. Bilmem ki Ezan-ı Muhammedi’nin bu kadar görkemli yükseldiği bir belde daha var mıdır? Rüzgarın selvi ağaçlarına dolana dolana dolaştığı, yağmurun görülmemiş bir mutlulukla sıçraya sıçraya huzura, rahmete, göz yaşlarına karıştığı.
Kapılarının hangisinden çıksan başka bir aleme geçilen mübarek beldenin çarşıları, mini mini dükkanları, kavruk seyyar satıcıları, karmaşadan mücessim kokusu ile tüm duyuları sarıp sarmalar. El-Halil’in bağlarından salkım salkım üzümler yüklendiği tahtırevanında salınırken, memleketinden sürülen sultanların asaletiyle biatçılarını bekler teravihlerin ardından. Dikildin mi Kubbetü’s-Sahra’nın eteğine, Kıble Mescidi’ne karşı çocuk gözümü diktiğim o uzun neşenin avuçları arasında ıslanan yanaklarımı, selvilere dolanıp gelen rüzgarlar kurular. Yoksulluğun belini büken zenginlik görünür gözüme. Başımda hilal, kalbimde Allah, ayaklarımı sabit tutar Kudüs toprakları. Yerin gökten farkı yok olur. Köşe başlarında Kur’an sofraları kurulur şafağın yükselişinin ardından. Raks ederek semaya koşar anaların duaları. Evlatlarını uğurlarken dönüp dönmeyeceğini bilmeyen, bu topraklarda nesilleri kök salsın diye ölüme evlat doğuran analar. Selamın anahtar olduğu evlerde desturu cömert verir Ramazan. Sofralar konuk gözler, teşrif olunmak için. Güzeli gören, güzele kanan gözler arar da durur mekanını şerefli kılacak mekini. Kapılar mı desem taşlar mı, ağaçlar mı desem kuşlar mı, toprak mı desem rüzgar mı?.. Bilmem nedir seni her daim zihnimde diri tutan, ey Kudüs’te tutulduğum Ramazan!